
Cin ve Cinler Alemi
Cin ve Cinler Alemi
Sözlükte, "gizli ve örtülü varlık, görülmeyen şey" anlamına gelen cin, terim olarak duyu organlarıyla algılanamayan, çeşitli şekillere girebilen; ateşten yaratılmış, manevî, ruhanî ve gizli varlıklara verilen bir addır.
Cin kelimesi geniş anlamıyla ele alındığında, insan kelimesinin karşıtı olarak kullanılır ve herhangi bir kayıtla sınırlandırılmamışsa, duyu organlarından gizlenmiş bütün manevî varlıkları ifade eder. Dar anlamıyla ise cin kelimesi, ruhanî varlıkların bir kısmını belirtmek için kullanılır. Çünkü gözle görülmeyen ruhanî varlıklar: Hayırlı olan ve Allah'ın emrinden çıkmayan ve insana iyi şeyler ilham eden melekler, insanı aldatan ve şerre yönelten şeytanlar, hem hayırlıları hem de şerlileri bulunan cinler, olmak üzere üçe ayrılmaktadır.
Cinler, duyu organlarıyla algılanamayan varlıklar olduğu için, onlar hakkındaki tek bilgi kaynağı vahiydir. Kur'an-ı Kerîm ve sahih hadisler, cinlerden bahsetmekte, doğru düşünebilen akıl da bunu imkansız görmemektedir. İnsanların cinleri göremeyişi, gözlerinin cinleri görecek yetenekte yaratılmamış olmasındandır.
Kur'an'a göre insan topraktan, cinler ise ateşten yaratılmıştır: "Cinleri öz ateşten yarattı" (er-Rahman 55/15), "Andolsun biz insanı, kuru kara çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yarattık" (el-Hicr 15/26-27). Sonuncu ayet cin türünün insan türünden önce yaratıldığını da göstermektedir.
Kur'an'da cinlerden bahseden, yirmi sekiz ayetten oluşan ve Cin sûresi diye bilinen bir sûre bulunmaktadır. Bu sûrede de dile getirildiği gibi, cinler çeşitli gruplara bölünmüşlerdir. Cinlerin bir kısmı müslümandır. Bir kısmı da kafirdir. Kafir olanları cinlerin çoğunluğunu oluştururlar. Cinlerin mümin olanları, müminlerle beraber cennette, kafir olanları da kafirlerle beraber cehennemde kalacaklardır.
Cinler çeşitli şekillere girebilecek ve insanların yapamayacağı bazı işlerin üstesinden gelebilecek yetenekte yaratılmıştır. Hz. Süleyman Sebe melikesinin tahtını getirtmek istediğinde cinlerden birinin, o henüz yerinden kalkmadan tahtı getirebileceğini söylemesi (en-Neml 27/39) bunu göstermektedir. Cinin Hz. Süleyman'la karşılıklı konuşması, onların gözle görülebilecek bir şekle girebileceklerine işarettir. Allah cinleri Hz. Süleyman'ın emrine vermiş, o da cinleri ağır ve meşakkatli işlerde kullanmıştır.
Cinlerin mutlak gayba dair bilgileri yoktur. Ancak hayat sürelerinin uzunluğu, ruhanî ve manevî varlıklar olmaları, meleklerden haber çalmaları gibi sebeplerle, insanların bilmediği, geçmişe ve şu ana ait bazı olayları bilebilirler. Ancak bu durum, cinlerin insandan daha üstün varlıklar olduğunu göstermez. Bir ayette, "Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda) yere yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı" (Sebe' 34/14) buyurularak, onların gaybı bilmedikleri açık bir şekilde ortaya konulmuştur.
Cinler de insanlar gibi iman ve ilahî emirlere itaat etmekle yükümlüdürler: "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (ez-Zariyat 51/56). Cinler tıpkı insanlar gibi yerler, içerler, evlenir ve çoğalırlar, erkeklik ve dişilikleri vardır, doğar, büyür ve ölürler. Ancak cinlerin ömrü, insanlarınkine göre epeyce uzundur.
Bazı durumlarda cinlerin insanlara zarar vermesi söz konusu olabilirse de, müslüman bir kimsenin cinlerden korkmaması ve Allah'ın izni olmadan, bir varlığın başka bir varlığa zarar veremeyeceğine gönülden inanması gerekir. Diğer varlıklardan gelebilecek zararlara karşı Allah'a sığınmak gerektiği gibi cinlerden gelebilecek zararlar hususunda da aynı tutum gösterilmelidir. Nitekim Hz. Peygamber'in de cinlerin insanları etkilemesine karşı Ayetü'l-kürsî'yi, Felak ve Nas sûrelerini okuduğu bilinmektedir (bk. Buharî, "Vekale", 10; "Fezailü'l-Kur'an", 10; Tirmizî, "Tıb", 16). Müslümanlar, cinlerden zarar gördüklerini sandıkları durumlarda Hz. Peygamber'den öğrendiği tedbirlerle yetinmeli, cahil cinci ve üfürükçülerin tuzağına düşmekten sakınmalıdırlar.
Cinlere de Peygamber Gönderildi
Cinlerin de, kendi başlarına bir alem olduklarına göre düşünülecek olursa, onlara da kendi içlerinden birer peygamberin gönderilmiş olması gayet mantıklı olsa gerek.
Daha önceki bölümlerde "cinlerin de birer sorumlu varlık olduğunu" bildirmiş ve "Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimizi anlatan ve bugününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? (denilince) "kendi aleyhimize de olsa şahitlik ederiz" dediler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kafir olduklarına şahitlik ettiler" (En'am/130) ayetinin bu hususu açıklayıcı bir delil olduğunu ifade etmiştik. Dikkat edilecek olursa, aynı ayet, yine onlara (ister kendi içlerinden, isterse insanlara gönderilen peygamberlerin onlara da peygamberlik etmesi şekliyle) peygamberlerin gönderildiği hususunu da gayet açık ve net olarak ifade etmektedir.
Cenab-ı Hakk bu ayetiyle cinlerin sorumluluklarını açıklamakla beraber, sanki onlara şöyle demektedir: "Ey ins ve cin topluluğu, sizdeki bu derbederlik, başıbozukluk, ailevi ve içtimai hayatınızdaki ahenksizlik, kalbi ve ruhi hayatınızdaki karışıklık ve behimi arzularınıza takılıp kalmanızın sebebi nedir? Yoksa size, nezd-i Uluhiyet'imden Rasullerle açıklanan ayetlerim gelmedi mi? Niçin onlara ittiba edip yaratılış gayenize uygun hareket etmediniz; etmediniz de böyle esfel-i safilinde kaldınız? Halbuki size gelen o ayetler, böyle bir encamdan sizleri sakındırmışlardı."
Cinler, bu hakikatı tamamen kabullenmişliğin ifadesi olarak, "her ne kadar aleyhimizde şahitlik olsa bile, böyle bir günde hakkı itiraf etmekten başka çaremiz yoktur. Evet, Hz. Musa, Senin emirlerini getirip bize tebliğde bulundu, Hz. Mesih o engin esrarını ruhlarımıza üfledi.. ve en son ferdiyetin mazharı Hz. Muhammed (sav) geldi ve bize hak ve hakikatın ifadesi olan İslam'ı tebliğ etti. Ne var ki, biz bunlara kulak asmadık, kendi heva ve hevesimize uyduk. Neticede de bu hallere ma'ruz kaldık" diyeceklerdir.
Evet, cinlerin de ifadelerinden anlaşıldığı gibi, ne yazık ki pek çok ins ve cinni, şu kısacık dünya hayatı aldatmıştır. Onlar, dünyayı ebedi zannedip onun aldatıcılığına kanmış ve neticede de bütün bütün kaybetmişlerdir. Mutlak Cemal'in tecellilerinin tamaşasıyla alacakları ruhani hazzı unutarak fani ve geçici zevklerle oyalanmış, sonra da Cenab-ı Hakk'ın: "Kendi aleyhlerinde şehadette bulundular. Kafir olduklarını itiraf ettiler" ayetinin muhatabı olmuşlardır.
Oysa her şey açık ve seçikti. Kainat, hemen her yanıyla, insanı irfan ufkuna ulaştıracak ayetlerle doluydu. Mele-i aladan, bizim irfan ufkumuza kadar uzanan varlık kitabına ait sayfa ve o sayfalardaki o nakış nakış işlenmiş satırlar hep "Allah" diyor ve yine binlerce delil ve bürhan adeta, tarrakalarla O'nun mevcudiyetini ilan ediyordu. Fen ilimleri, laboratuvarlarıyla; astronomi, teleskoplarıyla hemen her ilim kainatta keşfettikleri o baş döndürücü, gözkamaştırıcı nuraniyetin diliyle "La ilahe illallah" hakikatını haykırıyordu. Ne varki, bütün bu olup-biten şeylere rağmen onların itirafı şuydu: "Ama biz, gözümüzü tamamen kapayıp, ayağımıza kadar gelen bu nimetleri teptik ve tıpkı körler gibi yaşadık; yaşadık ve binbir dille söylenen bu hakikatlere kulak asmadık.. şimdi de kendi aleyhimizde şahitlik ediyoruz. Hatta bundan dolayı kendimizi, mevsimi geçmiş olsa da sorguluyoruz. Birazcık olsun kendi irademizle bu kudsi çağrıya icabet edebilseydik Allah'ın içimizde hidayet meş'alesini yakması söz konusu olabilirdi. Ne varki biz, zifiri karanlıklarda kalmak için direnip durduk ve nur hüzmelerinin düşünce dünyamıza sızmasına fırsat vermedik; hatta ruhumuza ait bütün menfezleri kapattık ve karanlıkta kalmaya razı olduk..."
Bu ayet, ahirette cin ve ins taifesine karşı yapılacak olan tevbih ve kınamayı, en çarpıcı şekliyle, hem de daha dünyada iken bizlere haber vermekle, düşmemiz muhtemel olan vahim bir durumdan bizleri sakındırmaktadır.
Bu ayetten istinbat edilen bir diğer mana ise, ins ve cinne ayrı ayrı peygamberlerin gönderildiği hakikatıdır. Dinler tarihinin de şehadetiyle biz, zaten insanlara peygamberlerin geldiğini biliyor ve kabul ediyoruz. En ücra yerlerde kimi vahşi kavimlerine bile, salt akılla ulaşmaları mümkün olmayan tevhid ufkuna ulaşabilmeleri için sürekli peygamber gönderilmiştir ki, bu hakikati gösteren yüzlerce delil mevcuttur. Şayet, çoğu destan ve efsanelerin arkası, ilmi araştırmalarla kurcalanıverse, hemen hepsinin arkasında peygamberlik hakikatlerinin mevcelendiği görülecektir. Medeniyet görmemiş en vahşi zannedilen insanların arasında dolaşıldığında dahi "her millet içinde mutlaka bir uyarıcı geçmiştir" (Fatır/24) ayeti gözlerimizi kamaştırırcasına tüllenecektir.
Evet, zamanın hemen her diliminde, küre-i arzın her yerinde şuur sahiplerini, kötü ve eğri yolun encamından sakındırıp, onların nazarlarını ulvi alemlere çeviren peygamberin zuhur etmediği tek bir zaman dilimi ve tek bir ümmet yoktur. Cenab-ı Hakk, her yere ve her topluluğa, o topluluğun genel keyfiyetine göre mutlaka bir uyarıcı göndermiştir. Bu uyarıcıları, gönderildikleri ümmetlere -bunlar insan, cin veya diğer ruhani varlıklar olabilir- rehberlik etmiş, onların nazarlarını bulundukları süfli alemden, ulvi ve nurani alemlere çevirerek onları aydınlatmışlardır. Bu, aksine ihtimal verilmeyecek derecede kat'i bir hakikattir.
Ancak, eskiden beri İslam alimlerince farklı mutalaa edilen bir mevzu vardır ki, o da; cinlerin de kendi içlerinden, kendilerine hitap eden peygamberlerin gelip-gelmediği hususudur. Acaba insanlar, Hz. Adem'le (as) başlayıp Efendimiz'le (sav) sona eren bir peygamberler silsilesi ile aydınlanıp, onların ruhani iklimlerinde hayatlarını sürdürürken, cinler de aynı peygamberlerin nuruyla mı aydınlanıyor, yoksa onlara da kendi içlerinden birer peygamber mi gönderiliyordu?.
Bu hususla alakalı olarak geçmişten günümüze alimlerin değerlendirmeleri biraz farklı olmuştur. Başta İbn Abbas, Mücahid, Kelbi, İbn Münzir, Ebu Ubeyd gibi ilk müfessirler ki bu aynı zamanda cumhurun da görüşüdür, "insanlara gönderilen peygamberler, aynı zamanda cin taifesinin de peygamberidir. Onlar insanların arasında iken zaman zaman gidip cinleri de irşad etmişlerdir" demişlerdir. Yani Hz. Adem (as), Hz. Nuh, Hz. İbrahim.. insanların peygamberi oldukları gibi cin taifesinin de peygamberleriydi; insanlığa getirmiş oldukları aynı hakikatleri onlara da anlatıyorlardı.
Ancak Dahhak, İbn Abbas'tan başka bir rivayet daha nakleder ki, bu görüşe göre, Cenab-ı Hakk cinlere ayrı, insanlara ayrı peygamberler göndermiştir. İbn Abbas'la beraber bu görüşü paylaşanlar, "Ey cin ve insanlar topluluğu! Size içinizden peygamberler gelmedi mi?" (En'am/130) ayetini delil olarak gösterirler. (Kurtubi, el-Camiu Liahkami'l-Kur'an, 7/85,86) Yani; "madem ki, burada cinler ve insanlar ayrı ayrı Cenab-ı Hakk'a muhatap oluyor ve her iki gruba da, kendi içlerinden peygamberlerin gelip gelmediği soruluyor; öyle ise, her iki taifeye de kendi içlerinden peygamber gelmiş olması gerekir; aksi takdirde böyle bir suale muhatap kalmaları makul sayılmayabilir" demişlerdir.
Ve yine, "Allah O'dur ki, yedi göğü ve yerden de o kadarını yarattı" (Talak/12) ayetinin tefsirinde İbn Abbas'tan bir rivayete göre Efendimiz (sav), "Başka alemlerde sizin Adem'iniz gibi Adem, Nuh'unuz gibi Nuh, Musa'nız gibi Musa, İsa'nız gibi İsa vardır" (Münavi, Feyzü'l-Kadir, 3/365) buyurmuşlardır.
Efendimiz'in bu tefsiri de göstermektedir ki, her aleme, o aleme mahsus peygamberler gönderilmiştir. Cinlerin de, kendi başlarına bir alem olduklarına göre düşünülecek olursa, onlara da kendi içlerinden birer peygamberin gönderilmiş olması gayet mantıklı olsa gerek.
İbn Abbas, bir başka rivayette de şunları söyler: "Cinler, Allah'ın dumansız ateşten yarattığı kullarıdır. Henüz dünyada insanın isminden dahi eser yokken, Cenab-ı Hakk cinleri yaratmış ve dünyanın imarını onlara yaptırmıştır. Fakat onlar daha sonraları yeryüzünde fesat çıkarıp ilk babaları olan Can'la gönderilen İlahi ahkamı unutup şirazeden çıkınca, Allah da (cc), tekrar Yusuf isminde bir peygamber gönderdi; ama onu da şehid ettiler. Bunun üzerine cinler, göklerin sakinleri tarafından yeryüzünden uzaklaştırılıp denizlere sürüldüler"... (İbn-i Kesir, el-Bidaye, 1/49,50)
"Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı gelmiştir" (Fatır/24), "Biz, Rasul göndermedikçe (hiçbir kavme) azab edecek değiliz" (İsra/15) ayetleri onlara da, 'birini doğru yola sokmak için uğraşan' manasında bir "uyarıcı" ve 'hakkı, hakikati tebliğ eden' manasında da bir "Rasul" gönderildiğini haber vermektedir.
Baştan buraya kadar naklettiklerimiz açık veya kapalı her şeyi, sözlerini Efendimiz'e dayandıran, tefekkür ufukları nübüvvet meltemi ile müteessir büyüklerimizin tefsir adına söylediklerinden ibaretti. Naklettiğimiz bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, cinlere, insanlara peygamber geldiği gibi kendi içlerinden de peygamber gelmiş olabilir...
Rivayetlerin Ortak Değerlendirmesi
İnsanoğlu yaratıldıktan sonra, artık cinlerden peygamber gelmemiş gibi bir anlayış güçlü gibi görünmektedir.
Daha önceki bölümde de ifade ettiğimiz gibi, selef-i salihinden bazıları, insanlara gönderilen peygamberlerin cinlere de gönderildiğini söylerken ki bu cumhurun görüşüdür- kimileri de cinnlere ayrı peygamberlerin gönderildiğini söylemiş ve bu görüşlerini çeşitli delillerle ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu hususta, fakirin görüşlerine gelince, bu iki görüşün te'lifi istikametindedir:
1. İnsanlar henüz yaratılmadan önce gelip geçen cin taifesinin, o devrede yeryüzünün halifesi olması itibariyle, onlara kendi içlerinden peygamberlerin gönderilmiş olması ve bu peygamberlerin, kendilerine yüklenilen irşad ve tebliğ vazifesini ifa etmeleri o dönem itibariyle gayet tabiiydi ve onlar da bu vazifeyi hakkıyla eda etmişlerdir. Zira cinlerin mükellef olmaları bunu gerektiriyordu ki, daha önce zikrettiğimiz ayet ve hadisler de bu hususu desteklemektedir.
2. Hz. Adem'in (as) yaratılıp halife kılınmasından sonra ise, cinler insanlara tabi varlıklar haline getirildiklerinden bu dönemden sonra insanlara gönderilen peygamberler, aynı zamanda cinlere de gönderilmiş olabilirler. Zaten, İslam alimlerinin büyük çoğunluğu da bu görüşü savunmaktadır.
3. Her iki görüşü te'lif edecek önemli bir nokta da bence şu olmaktadır; Allah (cc) gönderdiği her peygambere, o peygambere has bir şeriat vermemiştir. Kur'an-ı Kerim'den öğrendiğimize göre, sadece dört semavi kitap vardır ve bazı peygamberlere de sadece bazı sahifeler verilmiştir. Halbuki bir hadiste ifade edildiği üzere onca nebinin yanında, bir de 313 mürsel peygamber gönderilmiştir. Ve bu peygamberlerin hepsi de, risaletle görevlendirildiklerine dair Cenab-ı Hak'tan emir almışlardır. Bu emri aldıktan sonra da behemehal irşad ve tebliğde bulunmuşlardır ki, peygamberliğin gerçek manası budur. O halde, elinde ne bir hususi kitap ne de hususi bir şeriat mevcut olan bu elçiler, kendilerine kitap verilen peygamberlere tabi olmuşlardır. Mesela, Hz. Musa (as) yolunda belki yüzü aşkın peygamber gelmiştir. Ama bunların hepsi de Tevrat'ın hükmü ile amel etmişlerdir. Hz. Davud (as) gibi cihan çapında bir saltanatın sahibi peygamber dahi, saltanatı misyonunun bir buudunun tezahürüydü. Hz. Davud'a verilen "Zebur", evrad-u, ezkar, zühd ve rekaik gibi hususları ihtiva ediyordu. Yine Hz. İbrahim (as) döneminde birçok peygamber vardır: Hz. İsmail ve yeğeni Hz. Lut (as) bunlardandı. O dönemde cari olan ahkam ise, Hz. İbrahim'e (as) verilen "sahifeler"den ibaretti. Hz. Mesih döneminde, İncilin ahkamıyla amel eden nebi bilmiyoruz. Hz. Zekeriyya (as) ve Hz. Yahya (as) gibi bu döneme ait olan peygamberler de ihtimal ki tevratla amel ediyorlardı. Bunlardan başka ehl-i keşfin istihracı ve zayıf kabul edilen bir hadisin işaretiyle Halid b. Sinan adında, kendisine kitap ve şeriat verilmeyen bir peygamber daha vardır ki onun Hz. Mesih'le Efendimiz arasında gelip vazife yaptığı söylenmektedir. (İbn-i Sa'd, et-Tabakatü'l-Kübra, 1/296; İbn-i Hacer, el-İsabe, 1/466; İbn-i Esir, Üsdü'l-Ğabe, 2/99)
Bütün bunlar gösteriyor ki, kendisine kitap veya şeriat verilen peygamberler, kendilerine bağlı olan diğer peygamberleri, Cenab-ı Hakk'ın emirlerini esas alarak onları tavzif edebilmekte ve irşad adına onları yönlendirmektedirler. İhtimal bu peygamberler kendilerine inanan cinlerin bazılarını da istihdam edebiliyor ve onları cin taifelerini irşad etmede vazifelendiriyorlardı.
Bunun açık örneğini Efendimiz'in hayat-ı seniyyelerinde çok bariz olarak görmekteyiz. Şöyle ki, cinler, "Nahle" denilen yerde Efendimiz'i dinleyip, ardından da kendi kavim ve kabilelerini irşada gitmişlerdi ki(Kurtubi, el-Camiu Liahkami'l-Kur'an, 16/210-216) bu topluluk, Kur'an'da, "münzirin" (uyarıcılar) ismiyle anılmaktadır. Haddizatında bu sıfat, Kur'an-ı Kerim'de sadece peygamberler için kullanılan bir tabirdir. Ayette: "Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. O'na gittiklerinde birbirlerine "susun" dediler. (Okuma) Bitince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler" (Ahkaf/29)
Hulasa; insanoğlu yaratıldıktan sonra, artık cinlerden peygamber gelmemiş gibi bir anlayış güçlü gibi görünmektedir. Kur'an'ın "münzir" dediği cin taifesine, illada peygamber denilecekse, "peygamberler tarafından tavzif olunan" manasında peygamber demek olur ki, böyle bir tesmiye de yerinde olmasa gerek.
Cinler İnsanlara Tabidir
Cinlerin de, tıpkı insanoğlu gibi, farklı farklı huylarda olanları vardır. Onlar da bizim gibi yer, içer, evlenir, çoğalır ve hayatlarını devam ettirirler.
Düşünce ve fikir açısından da her zaman insanlarla bir paralellik sözkonusudur.
"Bize gelince, bizden iyiler de var, böyle olmayan (kötüler de) var. Biz çeşitli yollara ayrıldık." (Cin/11)
Bugün insanlar arasında mevcut bütün doktrin ve düşünce farklılıkları, cinler arasında da mevcuttur. Zira onlar, insanlara tabi varlıklardır. Durum böyle olunca, eğer beşer kendinden beklenen seviyede, Allah Rasülü'nün arkasında çizgisini koruyabilse, cin ve ruhaniler de onun arkasında istikamete yürüyeceklerdir. Bizdeki iniş ve çıkışlar, onlarda da iniş ve çıkışlar meydana getirmektedir, çünkü bizim peygamberimiz, onların da peygamberidir. Ve bizler, onlar için uyulması gereken örnek ve önderler durumundayız.
Böyle olduğu için, Ümmet-i Muhammed'in sevinci, onların da sevinci olacak; hüznü, onları da hüzne gark edecektir. Burada şunu da söyleyebiliriz: Bizlerin kurtuluş için yeni bir çalışmaya girmemiz, onları da kurtuluş adına aksiyona sevk edecektir.
Öyle ise, bizim çalışmalarımız sadece bizimle sınırlı kalmamakta; cinler alemine de tesir etmektedir. Bir bakıma bizler nasıl olursak, onlar da öyle olma durumundadırlar.
Cinlerde Sahabilik
Efendimiz'i (sav) görüp O'nun sohbetinde bulunan kimselerin "Sahabi" kabul edilmesi gibi, O'nu gören her cin de "Sahabi" kabul edilmiş ve aralarında hiç bir fark gözetilmemiştir.
Mü'min olarak Efendimiz'i (sav) görüp O'nun sohbetinde bulunan kimselerin "Sahabi" kabul edilmesi gibi, O'nu gören her cin de "Sahabi" kabul edilmiş ve aralarında hiç bir fark gözetilmemiştir.
Hatta müfessirler, "Cinlerden bir grubu Sana yönelttiğimizde.." (Ahkaf, 46/29) ayetinde anlatılan cinleri isim isim saymış ve onların, cin taifesinin en büyük "Sahabileri" olduklarını söylemişlerdir. Bizim tesbitimize göre de, sayıları yedi veya dokuz olarak kabul edilen bu cinler, tıpkı Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Uhud'un siyanetleri gibi, şer ve şerirlere karşı kendileriyle tevessül edildiğinde koruyuculuk yaparlar ki, onlar, -Kur'an'da anlatılan şekliyle- Allah Rasulü'nü ilk defa görüp dinleyen, ardından da kavim ve kabilelerine birer "münzir" olarak dönen cinlerdir. Binaenaleyh, bu yönüyle de onları, onlar arasındaki Sahabe'nin ileri gelenlerinden kabul edebiliriz.
Süheyli, Ömer b. Abdülaziz'le alakalı bir vak'ayı anlatırken, bu cinlerden de bahseder. Vak'a şöyledir: Ömer b. Abdülaziz, bir gün kırda dolaşırken, ölü bir yılan görür. Atından iner ve mendiline sararak o ölüyü toprağa defneder. (İhtimal o büyük insan, "gayb-aşina" gözleriyle bu meyyitin bir cin olduğunu keşfetmiştir) O esnada etraftan bir ses: "Saraka öldü, Saraka öldü.." diye etrafı çınlatır. Ömer b. Abdülaziz, bu ses sahibinin kim olduğunu sorar. Bu soru üzerine: "Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur'an dinlemek üzere Sana yöneltmiştik.." (Ahkaf/29) ayetinde anlatılan cinlerden biriyim" der ve sözlerine şöyle devam eder: "O gün Allah Rasülü'nü dinleyip kavmine "uyarıcı" olarak dönenlerden hayatta sadece Saraka ile ben kalmıştım. Bugün kafirlerle harbederken, Saraka da şehid oldu. Şu anda, sadece ben varım.. sana müjdeler olsun ey mü'minlerin emiri! Zira biz Allah Rasülü'nün huzurunda iken, bir aralık dönüp: "Sizlerden Saraka bir yerde şehid olacak. Onu ümmetimin en hayırlılarından biri kefenleyip defnedecek" buyurdular. İşte o haber bugün aynen cereyan etti. Ne mutlu sana ki, sen O'nun müjdelediği o hayırlı insansın!" (Kurtubi, el-Camiu Liahkami'l-Kur'an, 16/214)
Hz. Aişe validemiz anlatıyor: "Bilmeyerek, evde dolaşan bir canlıyı (muhtemelen bir yılanı kastediyor) öldürmüştüm. O gece rüyamda beni yüksek bir mahkemeye çağırdılar ve benim cinayet işlediğimi söylediler. "Hayır, ben kimseyi öldürmedim.." dediysem de, ısrarlarından gündüz öldürdüğüm canlıyı kastettiklerini anlamıştım. Meğer o bir cinni imiş. Kendimi müdafaa için: "O niçin eve gelip beni gözetliyor?" deyince: "Hayır, o asla sana bakmak için gelmezdi. Hele saçın-başın açıkken, kat'iyen odana girmezdi. Fakat o, bir Kur'an aşığı idi. Rasülullah'tan ilk dinlediği Kur'an zevki, onu o kadar sarmıştı ki, Allah Rasülü'nden sonra o manevi zevki, hep senin Kur'an'ında arardı. Evine gelişi işte de bu sebepleydi.." dediler. Hz. Aişe validemiz diyor ki; "uyandığımda rüyanın dehşetinden kan-ter içinde kalmıştım. Hatamı affettirmek için de, sadaka dağıtıp, bazı köleleri hürriyete kavuşturdum..." (Kurtubi, el-Camiu Liahkami'l-Kur'an, 16/214,215) Evet, anlaşılan Kur'an dinlemek için o eve gelen, cinlerden bir Sahabi idi ve Hz. Aişe validemiz, yanlışlıkla böyle bir Sahabiyi katletmişti ve bundan dolayı manevi bir mahkemede hesaba çekilmişti.
Görülüyor ki, kim İki Cihan Serveri'yle irtibata geçse, hemen evc-i kemale yükseliyor. Nasıl ki insanlar, O'na dilbeste olup gönülden bağlanmakla bir anda O'nun arkadaşları oluyor ve "Sahabe olma" şerefiyle serfiraz kılınıyorlar; öyle de, O'nun getirmiş olduğu o kutlu mesaja kulak veren cinler de aynı noktaya ulaşabiliyorlar. İşte bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, şayet onlar da bizim gibi bir ümmet ise, bizim Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Uhud'umuz olduğu gibi, onların da Ashab-ı Bedir ve Ashab-ı Uhud'u vardır. Bizim aşere-i mübeşşeremiz; hatta üçlerimiz, yedilerimiz, kırklarımız olduğu gibi; onların da aşere-i mübeşşeresi, üçleri, yedileri, kırkları olduğu söylenebilir.
Cinlerde Evlilik
Cinleri insanlar gibi düşünebiliriz, onların da erkekliği ve dişiliği vardır. Evlenip çoğalabilirler. İslam alimleri, bu konuda delil olarak Rahman Suresi 55. ve 56. ayeti delil göstermişlerdir,
"Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş dilberler var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur."
Tams, esasen kanamak demektir. Onun içindir ki hayız kanına tams denir. Bu kelime daha sonra bekaret halinde olan birleşmeye isim olmuştur. Ayrıca mutlak cinsi yaklaşım anlamı ifade ettiği de söylenmiştir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: Onları kimse kanatmamıştır. Yahut onlara kimse dokunmamıştır. Hep bekar kalmışlardır. Buradan cinlerin cinsel ilişkiye müsait olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır.
Diğer bir delil ise Kehf suresinin 50. ayetidir, " Yine o vakti hatırla ki biz, meleklere: "Adem'e secde edin!" demiştik. İblis hariç olmak üzere onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi, Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz beni bırakıp da İblis'i ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne kötü bir değişmedir."
Bu ayetteki "soy" kelimesi de üremeyi gerektiren bir husus olduğu için cinlerin evlenmesine delil gösterilmiştir.
Cinlerle evlenme konusunda İslam alimleri fikir biriliğine varamamışlardır. "Evet, cinlerle insanlar evlenebilinir" diyenler olduğu gibi, "Hayır, mümkün değildir" diyenlerde vardır.
Beyhaki'nin senediyle Cabir'in nakliyle, Medineli bir kadının cinlerden bir dostu vardı. O, kuş şeklinde gelip, evinin duvarına düştü. Kadın ona, "İn de laflayalım" diyince o şu cevabı verdi: "Hayır olmaz! Mekke'de bir peygamber gönderildi; bir arada kalmamızı men etti ve bize zinayı yasakladı"
Katde'den nakil, "Belkis'in annesi veya babasından biri cinlerdendi".
İmam Şibli cinlerle nikahın mümkün olduğunu savunmaktadır. Şibli bu konuda şunları söylemektedir:
"Hz.Peygamber'in, cinlerle evlenmeyi yasaklaması, fukahanın 'cinlerle insanlar arasında nikahlanmak caiz değildir', tabiinden bazı kimselerin bunu hoş karşılamaması, böyle bir şeyin mümkün olduğunu gösterir. Çünkü: "Mümkün olmayan bir şeyin cevazına veya meşru olmadığına hükmedilmez." demektedir.
İmam Malik'in,
"Cinlerden bir adam var. Bizden kız istiyor. Helal yoldan evlenmek istediğini söylüyor. Ne dersiniz?" sorusuna cevaben,
"Dince bunda bir sakınca yoktur. Lakin ben şahsen bunu hoş karşılamam. Çünkü kadın cinden hamile kaldığı zaman 'Bu çocuk kimdendir?' diye sorduklarında, 'Cin'den', diye cevap verecektir. Ve bu yüzden müslümanlar arasında fesat alıp yürüyecektir." şeklinde cevap verdiği kaydedilmektedir.
İmam Şibli, cinlerle evlenmenin mümkün ve vaki olduğunu kabul etmekle beraber, buna engellerinde bulunduğunu belirterek insan neslinin insanlarla evlenmekle olacağını belirtiyor. Ancak, "İnsanla, cin arasında bir aşk meydana gelir de, insan evlenmek zorunda kalırsa, o zaman iş değişir. "Zararından kurtulmak için evlenebilinir" diyor ve "Yinede zararından kurtulunmaz "diye ekliyor.
Sealibi, "İnsanlarla cinler arasında evlenmek ve çoluk çocuk sahibi olmak mümkündür"
Cinlerle İnsanlar Arasında Evlilik
Bazı kimselerin cinlerle evli bulunduğuna dair halk arasında rivayetller dolaşmaktadır. Bunların doğruluk dereceleri ile dini bakımdan kabule müsaid olup olmadığının münakaşa mevzu olduğuna şahid olmaktayız. Bu söylentiler acaba doğru olarak kabul edilebilir mi?
Her iki tarafın rızasına, icab ve kabul esasına dayalı ve nikah kıyılması suretiyle cin ile insanlar arasında evlilik ceryan etmez. Bu rivayetler, "rızaya ve nikah akdine" müstenid evlilik olmayıp, tasallut ve tecavüz mahiyetinde bulunmaktadır.
Tecavüzün ve cinsi yakınlığın vaki olduğunun kabulü, aralarındaki evliliğin meşru olduğunu kabule delil olamaz. Sonra bir kadın, fuhuştan peydahladığı veled-i zinayı, "cinle evliyim de ondan oldu" diye iddia edip suçtan sıyrılmaya kalkışır. İslam hukuku, böyle bir iddiayı makbul tutup sahibini mazur saymamıştır.
İnsi ve Cinni Şeytanlar
Şeyatin, insi ve cinni şeytanlardır ve bunlar İblis'in evlatlarıdır. İblis, evlatlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibariyle bu ismi almışlardır.
Şeytanlar, insi ve cinni olmak üzere iki kısımda mütalaa edilmiştir ki,
"Böylece her nebi için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik." (En'am, 6/112) ayeti, bu hakikatı ifade eder. Ayette geçen "Şeyatin" kelimesinin manasında iki rivayet söz konusudur. Ulema arasında her iki rivayeti de destekleyen bir hayli insan vardır.
Birincisi: Bu kelimeden maksat, insan ve cinlerin azgın ve sapkınlarıdır ki, İbn-i Abbas (ra) bu görüştedir. Bir rivayete göre Ata, Mücahid, Hasan ve Katade gibi büyük imamlar da bu görüşü paylaşırlar. (İbn-i Kesir, Tefsir, 3/312,313) Onlara göre hem Cinlerden hem de insanlardan şeytanlar vardır. Cinni şeytanlar, mü'min insanları kendilerine uyduramayınca insi şeytanlara giderler ve bunları o mü'minler üzerine salarlar. Bu hususu te'yid eden şöyle bir hadiseden bahsederler:
Allah Rasulü (sav), Ebu Zer'e (ra) sorar:
"İnsi ve cinni şeytanların şerrinden Allah'a sığındın mı?"
Hz. Ebu Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi:
"İnsanlardan da şeytan var mı?"
Allah Rasulü cevabında:
"Evet, hem de onlar cinni şeytanlardan daha da şerirdirler." (Müsned, 5/178 ) buyurur.
İkincisi: Şeyatin, insi ve cinni şeytanlardır ve bunlar İblis'in evlatlarıdır. İblis, evlatlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibariyle bu ismi almışlardır.(Razi, 13/154; Alusi, Ruhu'l-Meani, 8/5 )
Aslında, bu iki mana arasında ciddi ve neticeye tesir eden bir ayrılık olmamakla beraber, birinci rivayet her halde ayetin zahiri manasına daha uygun düşmektedir ki, alimlerin ekserisi bu birinci manayı tercih etmişlerdir. Ayrıca bu hususu teyid eden, Efendimiz'den (sav) mervi bir çok rivayet de mevcuttur. Bu cümleden olarak, Allah Rasulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde:
"Sizden biriniz namaz kılarken, önünden herhangi bir kimsenin geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiği nisbette ve en uygun şekilde ona mani olmaya çalışsın. Yine de inat edip önünüzden geçmek isterse onunla dövüşsün, çünkü o Şeytan'dır." (Buhari, Bedu'l-Halk 11; Müslim, Salat 258,259,260; Ebu Davut, Salat 107; Nesei, Kıble 8; Kasame 48 ) buyururlar.
Bir başka defasında Efendimiz (sav), sokakta bir güvercin arkasından koşup duran birisini görür ve şöyle buyurur:
"Bir şeytan, diğer bir şeytanın peşine düşmüş!.." (İbni Mace, edep 44; Ebu Davut, edep 57; Müsned, 2/345 )
İşte bunlar gibi daha pek çok rivayetlerde Allah Rasulü (sav) bazı şahıslara, hatta daha başka varlıklara bazı hareketlerinden dolayı, doğrudan doğruya "Şeytan" demiştir.
Yukarıda da temas edildiği gibi, aslında her iki mana arasında neticeye tesir edecek ciddi bir ayrılık yoktur. Zira birinci görüşte olanlar, kalb ve kalıbı birden ifade ile insana şeytan derken, ikinci manayı tercih edenler, kalb ile kalıbı birbirinden ayırmış ve "Kalıbıyla insan, fakat kalbiyle şeytan" demek istemişlerdir. Bunu destekleyen bir rivayet de vardır:
Huzeyfe (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasulü'ne:
"Ya Rasulallah! Bizler şer içindeydik, Cenab-ı Hakk bizlere hayır ihsan etti ve şimdi hayır içinde bulunuyoruz. Acaba bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi?"
Allah Rasulü:
"Evet" dedi.
Ben de:
"Acaba o şerden sonra tekrar hayır olacak mı?" diye sordum, yine
"Evet" dedi.
Bunun üzerine " O nasıl olacak?" deyince Allah Rasulü de:
"Benden sonra bir kısım devlet adamları gelecek ki, benim yolumu ve benim sünnetimi takip etmeyecekler. Hatta onlardan öyleleri idareye vaziyet edecek ki, beden ve cesetleri insan cesedi ama, içlerinde taşıdıkları kalb, şeytan kalbi!.." cevabını verdi. Allah Rasulü'nün bu izahı üzerine
"O zaman ben nasıl hareket edeyim?" diye sorunca da:
"Dinle ve itaat et! Sırtına vurulsa, malın elinden alınsa, yine dinle ve itaat et!.." buyurdu. (Müslim, İmare, 52 )