ESKİ MISIR TARİHİ
Piramitlerle simgelenen eski imparatorluk dönemi Eski Mısır'ın Altın Çağı sayılır. Bu dönemde gerçekleştirilen anıtsal yapılarda artık tuğlanın yerini taş almış ve piramitler biçiminde krallık mezarlarının yapılmasına olanak verilmiştir. Menfis gene başkent olarak kalmış, yer altı gömütlükleri Sakkara ve Gize yaylalarına yayılmıştır.
III. , IV. , V. ve VI. Sülaleleri kapsayan Eski imparatorluk, kral Zoser'in hükümdarlığıyla başlar (2700'e doğru); bakanlarından İmhotep, Zoser için, Sakkara'daki basamaklı piramidin mezar kompleksini yaptırmıştır. Sina ve Nübye'ye yapılan seferler henüz bu dönemde başlamıştır; bu da Mısırlıların daha o dönemde bir yandan değerli taş ve bakır sağlamak, öte yandan da sınırları korumak amacıyla örgütlenmiş olduklarını gösterir.
IV. sülale (2620'ye doğru) oldukça ünlüdür. Sülalenin ilk firavunu Snefru'nun Libya, Nübye ve Sina'ya kârlı seferler yaptığı ve oralardaki türkuvaz yataklarına bir düzen getirdiği bilinir. ardılları olan keops, Kefren ve Mikerinos ise Gize'de kendilerine mezar olarak yaptırdıkları düz yüzlü üç büyük piramitle ün sağlamışlardır.
V. sülale(2560'a doğru) döneminde sapkın bir inanca sahiptiler. Allah’ı bırakıp kendi uydurdukları krallık tanrısı olarak Re'nin üstünlüğünün kabul edildiği görüldü. Bundan böyle firavunlar Yüce Allah’ın yerine koyulup (Allah’ı tenzih ederiz) "Re'nin oğlu" olarak adlandırılmaya başlandılar. Bu firavunlar uydurdukları Güneş tanrıya çok sayıda tapınaklar yaptırdılar.
VI. sülale (2420'ye doğru) döneminde, krallık otoritesinde bir zayıflama, buna karşılık eyaletlerdeki valilerin (nomarkhes) güçlerinde de artma görüldü. Firavunlar (Teti, Userkarei Papi I, Merenre, Papi II) bunların tutkularına karşı koymak zorunda kaldılar. Yalnızca Papi I'in egemenliği döneminde daha önceki firavunlara yakışır gelişmelerde bulunuldu. Bunlar arasında çok sayıda askeri ve ticari sefer vardır. 90 yıl süreyle tahtta kalan Papi II'yse Mısır'ın siyasal ve toplumsal bir kargaşa içine düşmesini engelleyememiştir.
Eski Mısır'ın tarihi, insanlar açısından oldukça önemli ibretlerle doludur. Kuran'da özellikle Hz. Musa ve Firavun kıssaları günümüz toplum yapısına da ışık tutmaktadır. Gönderilen tüm peygamberler gibi Hz. Musa da Mısır kavmini ve Firavun'u uyarmış, kıyamet gününü haber vermiş ve onları Allah'ın azabı ile korkutmuştur. Hayatı bu gerçekleri anlatmakla geçmiştir. Ancak başta Firavun olmak üzere önde gelenler onu yalancılıkla, maddi çıkar elde etmeye çalışmakla ya da üstünlük peşinde koşmakla suçlamış ve onun anlattıklarını düşünmeden, kendi yaptıklarını yargılamadan uygulamakta oldukları sistemlerini devam ettirmişlerdir. Hatta Firavun daha da ileri giderek Hz Musa ve yanındaki müminleri öldürmeye ve Mısır'dan sürmeye çalışmıştır. Ancak yüce Allah Hz.Musa müminleri kurtarmış, Firavun ve Ordusunu ise suda boğmuştur.
Eski Mısır medeniyetinin yıkılmasının ardından binlerce sene geçmesine ve mekanların, şekillerin, teknoloji ve medeniyetlerin değişmesine rağmen bahsedilen toplum yapısında ve inkar sisteminde değişen pek bir şey yoktur; Ancak unutulmamalıdır ki, toplumlarda ne türlü değişiklikler olursa olsun, teknolojik yönden ulaşılan seviye veya edinilen imkanlar, hiçbir önem taşımamaktadır. Bunlar, kimseyi Allah'ın azabından kurtarıcı değildir. Kuran'da bu gerçek şöyle hatırlatılır:
Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt üst etmişler (ekmişler, madenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri de onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı. (Rum Suresi, 9)
PİRAMİTLER
Allah'ın elçileri aracılığıyla insanlara yaptığı ilahi tebliğ, insanın yaratılışından beri bizlere ulaştırılmaktadır. Kimi toplumlar bu tebliği kabul etmişler, kimileri inkar etmişlerdir. Bazen in,karcı bir toplumun içinden küçük bir azınlık çıkmakta ve sadece bunlar elçiye uymaktadırlar.
Ancak kendisine tebliğ gelen kavimlerin çok büyük bir kısmı bunu kabul etmemişlerdir. Sadece Allah'ın elçisinin kendilerine getirdiği tebliği dinlememekle kalmamış, aynı zamanda elçiye ve ona uyanlara da zarar vermeye çalışmışlardır. Elçiler, birçok kez "yalancılık, büyücülük, delilik, şımarıklık" gibi nitelendirmelerle suçlanmış, hatta birçok kez kavmin önde gelenleri onları öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.
Oysa ki, her peygamber, kavminden yalnızca Allah'a itaat etmesini istemiştir. Bunun karşılığında para ya da başka bir dünyevi çıkar talep etmemişlerdir. Kavimlerinin üzerine bir zorlayıcı da olmamışlardır. Tek yaptıkları gönderildikleri toplumu gerçek dine davet etmek ve kendilerine uyanlarla birlikte o toplumdan farklı bir hayat tarzı yaşamaya başlamaktır.
Bu konuyla ilgili olarak Kuran'da dikkat çekilen noktalardan biri, helak edilmiş olan kavimlerin çoğu kez yüksek bir medeniyet kurmuş olmalarıdır. Kuran'da, helak olmuş kavimlerin bu özelliği vurgulanırken şöyle denir:
Biz bunlardan önce nice nesiller yıkıma uğrattık ki onlar, zorbaca yakalamak (yakıp-yıkmak, baskı ve şiddetle yönetmek, sindirmek) bakımından kendilerinden daha üstündüler; şehirlerde (yerin üstünü altına getirip, sayısız kazı, inşaat ve araştırmalarla her yanı) delik-deşik etmişlerdi. (Ama) kaçacak bir yer var mı? (Kaf Suresi, 36)
Ayette, helak edilmiş toplumların iki özelliğine dikkat çekiliyor. Birincisi, "zorbaca yakalamak bakımından üstün" olmalarıdır. Bu, helak olmuş kavimlerin disiplinli ve güçlü askeri-bürokratik sistemler kurdukları ve kaba kuvvet yoluyla yaşadıkları coğrafyada iktidarı ele geçirdikleri anlamına gelir. Vurgulanan ikinci nokta ise, sözkonusu toplumların, mimari özellikleriyle dikkat çeken büyük şehirler kurduklarıdır.
Dikkat edilirse, bu iki özellik de, tam tamına, bugün teknoloji ve bilim yoluyla süslü bir dünya meydana getirmiş, merkezi devletler, büyük şehirler kurmuş olan ancak tüm bunların Allah'ın verdiği güçle olduğunu unutarak Allah'ı inkar ya da gözardı eden medeniyetlerin özelliğidir. Ancak ayette bildirildiği gibi, oluşturdukları medeniyet, helak olmuş kavimleri kurtaramamıştır; çünkü medeniyetleri Allah'ı inkar ve yeryüzünde bozgunculuk temeline dayanıyordu. İnkar ve yeryüzünde bozgunculuk temeline dayandığı sürece, bugünkü medeniyetlerin sonu da farklı olmayacaktır.
İşte bazıları Kuran'da bildirilen bu helak olaylarının önemli bir bölümü, modern çağda yapılan arkeolojik araştırmalar sonunda ortaya çıkarılmıştır. Kuran'da sözü edilen olayların delilleri olan bu bulgular, Kuran kıssalarının "ibret olma" özelliğini daha da açık bir biçimde gösteriyor. Çünkü Allah, Kuran'da "yeryüzünde gezip dolaşılması" ve "öncekilerin uğradıkları sonun anlaşılması" gerektiğini bildiriyor.
Eski Mısır da , dünya tarihinin bilinen en eski uygarlıklarından biridir ve üstün medeniyetlerinin örneği olarak , firavunlar ve kraliçeler için mezar olarak piramitler inşa etmişlerdir. Bu piramitlerden bir kısmının ulaştığımız teknolojiye rağmen bugün için bile inşa edilmesi olanaksızdır. Bu durum eski Mısırlıların ulaştığı uygarlık seviyesini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Ancak Allah'a iman etmeyen ve kendi sapkın dinlerini yaşamak isteyen Mısırlılar sonunda yok olmuşlar. İnşa ettikleri yapılar ise “ibret” olarak günümüze kadar ulaşmıştır.
Firavunlar Eski Krallık başında ve Orta Krallık sonlarında değişik ebat ve şekillerdeki bu piramitlere gömülürlerdi. Piramitler firavunun mumyasını, hepsi birbirinden değerli eşsiz nitelikteki sanat eserlerini ve kral, kraliçe, prens heykellerini de içlerinde saklamak ve bu eşsiz hazineleri saklamak için yapılmışlardır. Mısır piramitleri yeryüzündeki anıt-kabirlerin en eskileri ve en büyükleridir. Bunların en ihtişamlısı olan Keops Piramidi dış görünüşü ile de "Dünyanın Birinci Harikası" olma niteliğine hak kazanmıştır.
Dünyanın yedi harikasından günümüze kadar ulaşan tek eser Mısır'daki Keops Piramididir. Keops, Mısır'ın başkenti Kahire yakınındaki Nil Nehrinin batısında bulunan Giza Yaylasında bulunmaktadır.
Keops Piramidinin yanında biraz daha küçük olan Kefren ve Mikorinos piramitleri bulunmaktadır. Büyük Piramit olarak da adlandırılan Keops Piramidi, M.Ö. 2800 yıllarına doğru hüküm süren Mısır'ın 4. Sülale devri hükümdarlarından Keops'un mezarıdır.
İkinci büyük piramit, Keops'un kardeşi olan ve o öldükten sonra firavun olan Kefren'e aittir.Küçük piramit ise M.Ö. 2500'lü yıllarda hüküm süren Mikerinos'a aittir. Ayrıca, içlerinde prenseslere ve firavunun en yakın yardımcılarına ait mumyaların bulunduğu beş piramit daha vardır.Piramitler kat kat kurulurlardı. Devasa taş bloklar, kat kat yükseldikçe, rampa yükseltilir, genişletilir ve uzatılırdı.Bir piramidin inşaatı binlerce işçiyle yirmi seneden uzun sürerdi.
Yapılan incelemelerde bugün teknolojik olarak çok ilerlemiş Japonya bile Keops piramidinin aynısını yapamamaktadir. Ziyaretçileri pek Keops piramidine sokmadıkları bunun nedeninin de piramidin koridorlarının çok dar ve dik olmasından dolayı olduğu söylenmektedir.
Keops piramidinin yüksekliğinin 1 milyarla çarpımı yaklaşık olarak güneşle dünyamız arasındaki mesafeyi vermektedir. (149.504.000 km) Piramidin üstünden geçen meridyen karaları ve denizleri tam 2 eşit parçaya bölüyor. Taban çevresinin, yüksekliğinin 2 katına bölünmesinin pi=3.14 sayısını vermektedir. Piramidin içinde dünyanın ağırlıgı yazıyor. Piramidin tam olarak dünyanın merkezinde bulunmaktadır. Piramidin çalışkan işçileri olağanüstü bir çabayla günde 10 parça üst üste koyduklarını kabul edersek, piramitteki 2.5 milyon taşın 250.000 gün, yanı 664 yılda ancak oluşmuş olması gerekiyor. Oysa piramit 20-30 yılda tamamlanmıştır .
Giza Piramitleri
Tahmini olarak M.Ö 3000 yıllarında eski krallık döneminde yapıldığı zannedilen Giza piramitleri; Keops, Kefren, Mikerinos. İsimlerini aldıkları firavunlar tarafından yaptırılmıştır. Bu üç piramit dünyadaki en büyük piramitlerdir. Giza'de sadece bu piramitler bulunmaz. Sırf Mısır'da yüzlerce irili ufaklı piramitler mevcuttur ama bu Giza piramitlerini öbürlerinden ayıran farkların başında içlerinde yazı bulunmaması ve nasıl yapıldıklarının hala çözüme ulaşmamasıdır. Piramitler yalnızca Mısır'a özgü de değildir. Güney Amerika kökenli Maya ve Aztekler de piramitler yapmışlardır. Piramitlerin gökyüzünü incelemek amaçlı yapıldığı da zannedilmektedir.
SFENKSLER
Mısırlılar, tarihte medeni bir kavim olarak bilinmişlerdir. Mısır hükümdarlarının yazıtlarında "onarma", "vakfetme", "inşa etme" gibi kelimeler ağırlıktadır. Bu kavmin en önemli eserlerinden olan Piramitler ve sfenskler , ulaştıkları teknolojik seviyenin önemli göstergelerindendir.
Ancak Hayat şartlarının ve ortamın çok olumlu olduğu ülkede Mısır Halkına düşen,Kuran'daki Hz. Musa kıssalarında söylendiği gibi "Rablerinin rızkından yemek ve O'na şükretmek"ti. Ama öyle yapmadılar. Başta Firavun ve önde gelenler olmak üzere, içinde bulundukları refahı sahiplenme yoluna gittiler. O ülkenin kendilerine ait olduğunu, içinde bulundukları olağanüstü ortamı kendi kendilerine elde ettiklerini sandılar. Şükretmek yerine kibirlenmeyi seçtiler. Allah'tan, ayetin ifadesiyle, "yüz çevirdiler"... Bu nedenle de Firavun ve güçlü ordusu suda boğuldu. Övündükleri yüksek mimari yapıları ise artık tümüyle ıssız bir harabe konumuna gelmiş,yıllarca çöl kumları altında kaldıktan sonra, ancak yüce Allah'ın dilemesi ile ortaya çıkarılabilmiştir. Konu ile ilgili bir ayet şöyledir:
Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kendilerinden (sayıca) daha çoktu ve yeryüzünde kuvvet ve eserler bakımından daha üstündüler. Fakat kazandıkları şeyler, (azaba karşı) onlara hiç bir şey sağlayamadı. (Mü'min Suresi, 82)
Sfensk'in Günışığına Çıkan Sırları:
Mısır'da, Giza'deki üç büyük piramidin biraz doğusunda, bilinmez bir zamandan beri bu vadiyi bekleyen, gözlerini doğuya dikmiş yarı insan, yarı aslan bir heykel var: Sfenks.
Ejiptologlar, Khafre piramidini Vadi Tapınağı'na bağlayan yolun bitiminde yer alan bu Gizemli yapının, İ.Ö 2500 dolaylarında firavun Khafre tarafından yaptırıldığını düşünüyorlar. Oysa ne Giza'deki herhangi bir anıtta bunu destekler bir ifade var, ne de Mısır'ın herhangi bir yerinde. Sfenks'in yapıldığı tarih, bilinmiyor. 1991 yılında Amerikalı araştırmacı John Anthony West ve jeolog Dr Robert Schoch, bu görkemli anıt üzerinde bir dizi araştırma yaptılar.
Vardıkları sonuçlar, oldukça şaşırtıcıydı: Heykelin üzerindeki aşınma izleri, arkeologların inandığı gibi rüzgar ve kumdan değil, uzun ve etkili yağmurlardan ileri geliyordu ve bunlar "su aşınması"ydılar!
Mısır'ın bu bölgesi, bundan 5000 yıl önce de çöldü ve yağmur düşmüyordu. Söz konusu aşınmayı yapacak düzeyde bir yağmurun en son düştüğü tarih ise, en az İ.Ö 5000 yılına, hatta çok daha eskilere dayanıyordu. Araştırmayı yapan ekipte sismik ölçümler yapan cihazlarla çalışan uzmanlar da bulunuyordu. Bu ekip, daha şaşırtıcı bir bulguya da ulaştı: Araçlar, Sfenks'in pençelerinin yaklaşık 8-9 metre altında büyük bir "oda"nın ve ona açılan dehlizlerin varolduğunu gösteriyordu. Mısırlı yetkililer, başta Eski Eserler Müfettişi Dr.Zahi Hawass, bu bulgulara erişildiği günlerde West ve ekibinin iznini iptal ettiler ve Sfenks üzerinde araştırma yapılmasını yasakladılar. Ama haber basına çoktan yansımış, West ve Schoch da elde ettikleri bulguları aynı anda filme aldıklarından, NBC'de yayımlanan bir belgeselle ortalığı iyice karıştırmışlardı.
Bütün bunlara "Orion Gizemi"nin yazarı Robert Bauval ile "Tanrıların Parmak İzleri"nin yazarı Graham Hancock'un astronomi temelli bir tezleri de tuz biber ekti: Sfenks, tam doğuya bakıyordu, yani ekinoks (23 mart ya da 21 eylül) anındaki gün doğumu noktasına.
Mısırlıların yıldız kültürlerinde, güneş doğmak üzereyken, ufuk henüz tam aydınlanmamışken son olarak görülen yıldız ya da takımyıldızın ayrı bir önemi vardır. Bu durumdaki yıldıza "heliak yükselişte" denir ve bu, Mısır'ın hem takvimini hem de çarpık dinini etkileyen bir olgudur.
Örneğin, Mısır kültüründe Tanrıça İsis'i simgeleyen Sirius yıldızı, yaz gündönümünde (21 haziran) şafak öncesi görünmeye başlar ve bu tarih aynı zamanda Nil'in yıllık taşma dönemlerinin de başlangıcıdır. Bu nedenle Mısırlılar, yaz gündönümünü "yılbaşı" kabul ederlerdi. Bu yaklaşım, ejiptologlarca Sfenks'in yapılmış olduğu tarih olarak varsayılan İ.Ö 2500'de, ilkbahar ekinoksunda "heliak yükselişe" başlayan takımyıldızın incelenmesini ilginç hale getiriyor. Bauval ve Hancock, bilgisayar simülasyonuyla o tarihte Boğa takımyıldızının yükselişte olduğunu gördüler. Oysa Mısırlılar şekil ve simgelere çok önem verirlerdi ve yaptıkları anıtlarda buna çok dikkat ederlerdi. Yani, bu durumda Sfenks'in aslan değil de boğa biçiminde yapılmış olması gerekmez miydi? İki araştırmacı, bu kez ilkbahar ekinoksunda aslan burcunun heliak yükselişe geçtiği tarihi araştırdılar ve karşılarına "Orion Gizemi"ndeki o garip yıl çıktı yine: İ.Ö 10.500. Bütün bulguları, her ne kadar ejiptologlar ve ortodoks akademisyenler bunları dikkate almak istemeseler de, aynı "başlangıç tarihi"ne yönlendiriyor araştıranları. Mısır uygarlığının İ.Ö 3100 yılında başladığı yolundaki yaygın görüş dikkate alındığında, eski Mısırlıların bir "şifre" gibi bıraktıkları "anıt bilmecesi" acaba bilinenden en az 7000 yıl daha eskiye dayanan helak edilmiş bir yitik uygarlığın izleri mi sorusunu akla getiriyor.
MUMYALAMA TEKNOLOJİSİ
Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" (Yasin Suresi, 78)
Mumyalama tekniklerinin amacı, ölen kişinin hayattayken sahip olduğu görünüşünü korumasını sağlamaktı.Bu yapılırken önce vücut iç organlarından ve suyundan arındırılır, üzerine güzel kokular dökülür, çürümeyi engellemek için hoş kokulu ve şifalı bitkilerle doldurulurdu. Daha sonra şeritler kullanılarak özenle sarılan mumya, koruyucu muskalarla kaplanırdı. Ölü yıkandıktan sonra burnundan sokulan aletlerle beyin boşaltılırdı.
Göz ve ağız boşukları, yağlı keten tamponlarla doldurulup göz kapakları kapatılırdı.
Rahip, habeş denilen keskin bir opsidyenle vücüdun sol tarafını açarak, içindekileri tamamen boşaltır ve bunları "kanopik" denilen çömlek ve vazoların içine koyardı.Boşalan karın kısmı ve kadınların göğüs içleri, hurma şarabı ve kokulu bitkilerle temizlendikten sonra, reçine, tarçın, soğan ve kokulu mir ile karıştırılmış ağaç talaşı yerleştirilirdi.
Açılan yerler dikildikten sonra Mısırlılar'ın "Net-jeryt" denilen ve Kahire yakınlarındaki bir vadide bulunan "Natron" tozu sodyum karbonat ve ya Sodyum Klorit (tuz) ile karıştırılan madde içinde 40 ve ya 70 gün (soylular için 272gün) bekletilirdi. Böylece vücuttaki nem emilir,organik yapı antiseptik korumaya alınırdı. Bir çeşit insan salamurası olan bu işlemin sonunda eller göğüste veya karın üzerinde birleştirilerek vücüt yatar durumuna getirilir ve kurutulurdu.
İç içe konulan bir çok tabuta yerleştirilen mumya son olarak bir lahitin içine yerleştirilirdi. Her lahitin üzerine ölen kişinin tasviri yontulurdu. Bunların amacı ise başka bir batıl inanca yönelikti. İç organlarının konulduğu kanoposlar, ölünün hizmetçiliğini yaptığına inanılan küçük heykeller, cenazeye göz kulak olurlardı.
Tüm bu eşyaların üzerinde yazılar veya sembollerle dolu etiketler bulunurdu. Tüm bu batıl ritüellerin Hak Din'den etkilenen yönleri de vardı. Bu inanca göre ölünün cennete gitmesi için Tanrı Osiris'in mahkemesinden geçmesi gerekirdi. Bu yüzden sorulan sorulardaki tuzaklara ölünün düşmemesi için tabuta bir de ölüler kitabı konulurdu. Mumyalama, zaman içinde olgunlaşmış, birçok inançtan izler taşıyan karmaşık bir ritüeldir.
Mumyalama işlemi ölüyü öbür dünyadaki yaşamına hazırlamak için yapılan bir dizi törenden sadece başlangıç olanıdır. Bu işlem insanların yanı sıra boğa, timsah, kedi gibi hayvanlar için de yapılmaktaydı. Arapça ve Farsça'da "mumiya", doğada bulunan katran ve bunun karışımlarına denilir, ilaç olarak da kullanılırdı.Gerçekte ölünün bedenini konserve edercesine korumak için yapılan "tahnit" işleminde katranın kullanılması, onu mumya ile eş anlamlı yapmıştır.
Firavun'un Cesedinin Korunması
Firavun kendini ilah olarak kabul etmesi ve Hz. Musa'nın Allah'a iman etmesi için yaptığı davetlere karşı iftira ve tehditle karşılık vermesine neden olmuştur. Firavun bu kibirli tavrını ancak, ölüm tehlikesi ile karşılaşıp suların altında kalacağını anlayana dek sürdürmüştür. Kuran'da Firavun'un, Allah'ın azabıyla karşılaştığında, hemen imana yöneldiği şu ayetle bildirilir:
Biz, İsrailoğulları'nı denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): "İsrailoğulları'nın kendisine inandığı (İlahtan) başka İlah olmadığına inandım ve ben de Müslümanlardanım" dedi. (Yunus Suresi, 90)
Ancak Allah Firavun'un böyle bir anda iman etmesini kabul etmemiştir. Allah Firavun'un bu samimiyetsiz tavrını Kuran'da şu ayetlerle bildirir:
Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, Bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi, 91-92)
Bu ayetlerde Firavun'a ait cesedin gelecek nesillere ibret olacağının bildirilmesi, cesedin "bozulmamış" olacağına bir işaret olarak kabul edilebilir. Kuran'da 1400 sene evvelden haber verildiği gibi, halen tarihsel bir belge olarak bulunan bir ceset Kahire'deki Mısır Müzesi'nin Kraliyet Mumyaları Odasında sergilenmektedir. Büyük bir ihtimalle, sular üstüne kapanıp boğulduktan sonra, Firavun'un cesedi kıyıya vurmuş ve Mısırlılar tarafından bulunarak önceden yapılmış olan mezarına götürülmüştür.
HİYEROGLİF YAZISI
Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi. Onlar, Rablerinin ayetlerini yalanladılar; biz de günahları dolayısıyla onları yıkıma uğrattık. Firavun ordusunu suda boğduk. Onların tümü zulmeden kimselerdi." (Enfal Suresi, 54)
Eski Mısır medeniyeti, Mezopotamya'da aynı tarihlerde kurulmuş şehir devletleriyle birlikte, tarihin en eski uygarlıklarından biri ve döneminin en ileri sosyal düzenine sahip organize devleti olarak bilinir. MÖ 3000'ler civarında yazıyı bulup kullanmaları, Nil nehrinden faydalanmaları ve ülkenin doğal yapısı sayesinde dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı korunmuş olmaları Mısırlılar'ın sahip oldukları medeniyetin ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştu.
Ancak bu uygarlık, Kuran'da inkar sisteminin en açık ve net tarif edildiği "firavun yönetiminin" geçerli olduğu bir medeniyetti. Büyüklük taslamışlar, sırt çevirmişler ve inkar etmişler, bunların neticesinde de ileri medeniyetleri, sosyal ve siyasal düzenleri, askeri başarıları onları helak olmaktan kurtaramamıştı.
Mısırlıların sahip oldukları medeniyet, yaşadıkları olaylar hakkındaki bilgileri eski Mısır yazısı olan hiyerogliflerden öğrenmek mümkündür.
18. yüzyıla dek Eski Mısır dilinde yazılmış kitabeler ve yazılar okunamıyordu. Eski Mısır dili hiyeroglifti ve çağlar boyunca bu dil varlığını sürdürmüştü. Fakat MS 2. ve MS 3. yüzyılda Hıristiyanlığın yayılması ve kültürel etkisiyle Mısır, dinini olduğu gibi dilini de unuttu; yazılarda hiyeroglif kullanımı azaldı ve sona erdi. Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son tarih MS 394 yılına ait bir kitabedir. Bundan sonra bu dil unutuldu ve bu dilde yazılmış yazıları okuyabilen ve anlayabilen kimse kalmadı. Ta ki bundan yaklaşık iki yüzyıl öncesine dek…
Eski Mısır hiyeroglifi 1799 yılında, Rosetta Stone adı verilen, MÖ 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözüldü. Bu tabletin özelliği üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, demotik (hiyeroglifin el yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metnin de yardımıyla tabletteki eski Mısır yazısı çözülmeye çalışıldı. Tabletin tüm çözümü, Jean-Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından tamamlandı. Böylece unutulan bir dil ve bu dilin anlattığı tarih aydınlanmış oldu.
Hiyeroglif Yazısındaki Üstün Teknik
"Gizemli, bilinmeyenli çizgiler, resimler, taslaklar, işaretler, şifreler, insanlar, hayvanlar, masal yaratıkları, bitkiler, meyveler, araçlar, elbise parçaları, örgüler, silahlar, geometrik şekiller, dalgalı çizgiler ve alevler. Bunlar tahtalar, taşlar ve sayısız papirüsler üzerinde bulunurlar. Tapınak duvarlarında, mezar odalarında, anı levhalarında, tabutların, çekmecelerin üzerinde bulunurlar. Mısırlılar eski ulusların yazmayı en çok sevenlerindendir.
Hiyeroglif Nasıl Yazılıp Okunurdu?
Mısır yazısı, çoğu nesnelerin resimleri olduğundan, rahatlıkla ayırt edilebilen 700'den fazla işaretten oluşmuştu. Her bir işaret ,özel bir nesneyi, belli bir sesi temsil ediyordu. Hiyeroglif yazısı soldan sağa ya da aşağıdan yukarıya yazılabilirdi. Hayvanların ya da insanların yüzleri sola dönükse soldan sağa,sağa dönükse sağdan sola okunurdu.
Ne İle Yazılırdı?
Yazıcılar ,mürekkep ve fırça kullanarak papirus denen sazlardan yapılmış özel bir çeşit kağıda yazı yazarlardı. Ayrıca ostraka olarak bilinen kırık çömlek parçalarının üzerine de yazarlardı.
Mısır hiyeroglif yazısı son derece karmaşıktı.Yazıcı adı verilen kimseler,okumak ve yazmak için özel olarak eğitilmişlerdi.Bu becerileri onlara güç ve saygınlık kazandırıyordu. Yazıcılar tapınaklarda ya da devlet yönetiminde iyi işlere girebiliyorlardı. Çoğunluk vergi de ödemiyordu.
Daha sonraları Mısırlılar,hiyeroglif yazısının daha kolay bir uyarlaması olan 2 türlü steno yazı geliştirmişlerdir. Hiyeroglif yazısı ise, tapınaklardaki ve kamusal yapılardaki kayıtlarda kalmıştı. Mısırlılar,bir yazı biçimi bulan en eski uluslardan biridir. Onların "alfabeleri" bizim bugün kullandığımız gibi harflerden değil, resim ve işaretlerden oluşmuştu. Mısır yazısına "kutsal yazı" anlamına gelen hiyoroglif adı verilirdi.Bu isim Mısırlıların, yazı yazma yetilerinin onlara ilim Tanrısı Tot tarafından verildiğine inanıyor olmalarından kaynaklanıyordu. Firavun adları kartuş adı verilen oval bir çerçevenin içine yazılırdı.
MISIR VE NİL NEHRİ
Afrika deyince ilk akla gelen akarsu Nil nehridir. Nil nehri değişen karma rejimli akarsulardandır. Arapça adı “Bahr-el Nil” olan nehir, Afrika'nın doğusunda güney-kuzey doğrultusunda akar. Kollarından kagera ile birlikte 6.600 km. uzunluğundadır. Missisipi-Missouri'den sonra (6.730 km.) dünyanın en uzun nehridir. Aynı zamanda dünyanın havzası en geniş akarsularından birisi olup 2.800.000 km 2 havzası vardır. Bu bakımdan 7.000.000 km 2' lik havzaya sahip olan Amazon'dan sonra 3. büyük havzaya sahiptir. Nil nehri geçtiği ülkelere hayat verir. Nil tarımsal alanları oluşturduğu gibi arkeoloji, yerleşme ve turizm açısından da ilgi çekicidir. Şehir, mezar ve tapınaklar nehir çevresinde yapılmıştır.Şehir ve tapınaklar güneşin doğduğu yer olan nehrin sağ kıyısına, mezarlar güneşin battığı yer olan sol kıyısında yer alır.
Mısır uygarlığının temelinde de Nil nehrinin bereketi vardır. Bu nehrin hayat verici özelliği sayesinde Mısırlılar Nil vadisinde yerleşmiş ve yağmur mevsimlerine bağımlı kalmadan nehirden sağladıkları suyla tarım yapabilmişlerdi. Tarihçi Ernst H. Gombrich, bu konuda şunları söyler:
En ihtişamlı döneminde Eski Mısır'ın sınırları. Nil nehrini merkez alarak genişleyen devlet, etrafı çöllerle ve doğal engellerle çevrili olmasına rağmen, son derece güçlü bir medeniyet kurabilmişti. Bunun temelinde Nil'in aralıksız sağladığı suyun bereketi vardı. Yüzyıllar süren gelişme sürecinde oluşturulan düzenli ordu, Hitit ve Mitanni devletlerinin sınırlarına kadar genişlemeye imkan tanıdı.
"Afrika sıcaktır. Aylarca yağmur yağmaz. Bundan dolayı bu büyük kıtanın pekçok yeri kuraktır. Ülkenin o bölümleri çöllerle kaplıdır. İşte Mısır'ın sağı ve solu da bu durumdadır. Mısır'da da aslında çok az yağmur yağar. Ama orada yağmura pek ihtiyaç yoktur, çünkü Nil ırmağı boydan boya ülkenin ortasından akar gider."
Mısır için Nil hayat demekti. Nil sayesinde tarım yapılabiliyordu. Ondan alınan suyla ekinler sulanıyor, hayvanlar ihtiyaçlarını sağlıyor, insanlar su içebiliyorlardı. İşte Firavun'a ve çevresindeki önde gelenlere göre tüm bu suyun ve toprakların tek sahibi Firavun'du. Firavun'un bu gücünü herkes kabullenmiş ve ona tabi olmuştu. Böylesine büyük önemi olan Nil nehrini kontrolü altında tutan, aynı zamanda Mısır'ın en önemli ticaret ve tarım kaynağını da kontrol edebilmekteydi. Firavunlar da işte bu yolla Mısır üzerinde büyük hakimiyet kurmuşlardı .
Nil vadisinin dar ve uzunlamasına yapısı, nehrin etrafına kurulan yerleşim birimlerinin fazlaca genişlemesine olanak vermemiş, büyük şehirlerden oluşan bir uygarlık yerine daha ufak çaplı kasaba ve köylerden oluşan bir medeniyet şekillenmişti. Bu faktör de firavunların halk üzerindeki hakimiyetini perçinledi.Nitekim Mısır'ın tüm topraklarının ve Nil nehrinin sahibinin yalnızca Firavun olduğunu zannediyorlardı:
Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?" (Zuhruf Suresi, 51)
Firavun gücünü daha iyi kullanabilmek ve insanları daha kolay boyunduruğu altına almak için onları kendi aralarında bölümlere ayırmıştı. Böylece kendine yakın olarak seçtikleriyle zayıflattığı bölümleri rahatça yönetebiliyordu. Bir ayette bu duruma şöyle dikkat çekilmiştir:
Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)
Hz. Musa Ve Nil Nehri
Hz. Musa'nın doğduğu dönemde Firavun tüm yeni doğan erkek çocukları öldürüyordu. kız çocukları ise kölelik yapması için sağ bırakıyordu. İşte, böyle bir tehlike içinde kölelerin arasında öldürülme tehdidiyle yaşamaya başladı. Hz. Musa'nın annesi de Allah'tan aldığı vahiy ile Hz. Musa'yı bir sandığa koydu ve akmakta olan Nil'in sularına bıraktı. Akıntının onu nasıl ve nereye götüreceğini bilmiyordu. Fakat Rabbimizin ilhamı ile, sonunda tekrar kendisine geri döneceğini ve peygamber olacağını biliyordu. Herşeyi yaratan ve onlara nizam veren Allah, onu ve Hz. Musa'yı da yaratmış, kaderlerinin nasıl olduğunu da ona bildirmişti. Allah daha sonra doğumuyla ilgili bu gerçeği Hz. Musa'ya şöyle hatırlatacaktı:
"Hani, annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik, (şöyle ki:)" "Onu sandığın içine koy, suya bırak, böylece su onu sahile bıraksın; onu Benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır..." (Taha Suresi, 38-39)
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir konu, kaderdir. Ayette Allah Hz. Musa'nın annesine oğlunu suya bırakmasını söylemiş ve sonunda onu Firavun'un alacağını ve onun kendisine geri dönüp elçilerden olacağını bildirmişti. Yani Hz. Musa doğduğunda onun bir sandık içinde suya bırakılacağı, Firavun'un onu bulacağı, sonunda ise Hz. Musa'nın bir peygamber olacağı belliydi. Çünkü Allah onun kaderini öyle belirlemişti. Allah bunu Hz. Musa'nın annesine bildirdi.
Burada Hz. Musa'nın hayatındaki tüm detayların en ince ayrıntısına kadar Allah katında kaderde takdir edildiğine ve aynen takdir edildiği gibi gerçekleştiğine dikkat etmek gerekir. Allah'ın Hz. Musa'nın annesine ilettiği vahyin gerçekleşmesi, sayısız şartın tam kaderde tespit edildiği şekilde meydana gelmesi ile olmuştur.
Hz. Musa'nın Firavun'un adamlarından kurtularak, suda boğulmadan Firavun'un sarayına kadar gitmesi için:
1- Bebek yaştaki Hz. Musa'nın bindirildiği sandık su almamalıdır. Bunun için sandık ustasının sandığı suda yüzebilecek uygun ölçülerde yapmış olması gereklidir. Öte yandan sandığın şekli de yüzme hızı açısından önemlidir. Ne çok daha hızlı yüzüp Firavun'un olduğu yeri geçecek ne de yavaş olup geri kalacak şekilde olmalıdır. Tam olması gereken hızda hareket edecek şekilde yapılmış olmalıdır. Bunların hepsi de sandığı yapan ustanın kaderinde tespit edilmiş detaylardır. O da bu sandığı tam yapması gereken şekilde yapmıştır.
2- Sandığı sürükleyen akıntı ne daha hızlı ne de daha yavaş olmalı, nehrin suları tam gerekli hızda ilerlemelidir. Yani Nil'in debisini oluşturan yağışlar da tam bu şekilde Allah'ın yarattığı kader ölçüsünde belirli bir hesap ile olmuştur.
3- Esen rüzgarlar da sandığı yine tam gerektiği şekilde etkilemelidir. Yani rüzgar da bir kader doğrultusunda esmektedir. Ne çok esip sürüklemeli, ne ters esip yönünü değiştirmeli ne de yavaş esip hızını azaltmalıdır.
4- Nil boyunca başka kimse bu sandığı bulmamalıdır. Yani sakıncalı hiç kimse oradan geçmemeli, oradan geçmekte olan hiç kimse de ona rastlamamalıdır. Dolayısıyla Nil çevresinde yaşayan herkes bir kader doğrultusunda oradan geçmeyecek veya sandığı görmeyecektir. Nitekim bu şart da Allah'ın tespit ettiği kadere göre gerçekleşmiştir.
5- Hz. Musa'nın hayatı gibi Firavun ve ailesinin hayatı da bir kader doğrultusundadır. Onlar da tam olmaları gereken saatte ve olmaları gereken yerde olmalı ve Hz. Musa'yı bulmalıdırlar. Belki Firavun ailesi Nil kenarına daha erken gelmeyi planlamış olabilir. Onların gecikmesine sebep olan da kaderlerindeki işi yaparak olması gerekeni sağlamıştır.
Bunların hepsi Firavun'un Hz. Musa'yı bulmasını sağlayan sebeplerden birkaçıdır. Hepsi de Allah'ın Hz. Musa'nın annesine daha önceden vahyettiği söze uygun olarak tam gerektiği şekilde gerçekleşmiştir. Gerçekte Allah'ın Hz. Musa'nın annesine verdiği söz de ve gerçekleşen tüm diğer olaylar da, Allah'ın ezelde tespit ettiği kadere göre olup bitmiştir.
Hz. Musa'nın kaderinde olan olaylar sadece buraya kadar anlattığımız gibi hadiseler değildir. Hayatının her anı belli bir kader çizgisiyle örülmüştür. O ne doğduğu yeri, ne doğduğu yılı, ne kendi kavmini ne de anne ve babasını seçmiştir. Bunların tümünü Allah takdir etmiş ve yaratmıştır.
Daha ince ve detaylı olarak düşündüğümüzde kaderin hayatın her anına nasıl mutlak şekilde hakim olduğunu daha yakından hissedebiliriz. Bu kıssa da bunu çokça hatırlatarak üzerinde düşünülmesini sağlar. Allah, Hz. Musa kıssasındaki tüm bu detaylarla, aslında Kendisinin, tüm insanların ve tüm kainatın kaderini de önceden takdir ettiğini bizlere hatırlatmaktadır.
Nasıl Hz. Musa Nil'de kaderin sevkiyle hareket ediyorsa Firavun ve ailesi de onunla karşılaşacakları yere kaderleri doğrultusunda gitmişlerdir. Ayetlerde Firavun ailesinin, aynen Allah'ın daha önce Hz. Musa'nın annesine vahyettiği gibi davrandıkları, yani onu bilmeden himaye altına aldıkları şöyle anlatılır:
Nihayet Firavun'un ailesi, onu (ileride bilmeksizin) kendileri için bir düşman ve üzüntü konusu olsun diye sahipsiz görüp aldılar. Gerçekte Firavun, Haman ve askerleri bir yanılgı içindeydi. Firavun'un karısı dedi ki: "Benim için de, senin için de bir göz bebeği; onu öldürmeyin; umulur ki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz." Oysa onlar (başlarına geleceklerin) şuurunda değillerdi. (Kasas Suresi, 8-9)
Böylece Firavun ve ailesi, kaderlerinin nereye gittiğini bilmeden ancak o kadere tabi bir şekilde Hz. Musa'yı buldular ve onu evlatlıkları olarak yanlarına aldılar. Hatta Hz. Musa'yı kendileri için bir fayda getirir umuduyla yanlarında tuttular.
FİRAVUNLARIN GERÇEK YÜZÜ
Eski Mısır'da firavunlar, hükümdar ve ülkenin mutlak efendileriydi. Eski Mısır dilindeki "per-aâ" 'dan gelen firavun sözcüğü, önceleri krallık sarayını belirtirken, XXII. sülale döneminde bu sarayın sahibi, yani Mısır kralı da bu adla anılmaya başlanmış, bu anlamıyla sözcük, ilk olarak İbraniler tarafından yaygın biçimde kullanılmıştır.
Eski Mısır'ın günümüze ulaşmış olan görkemli yapıları, yani piramitler, sfenksler veya obeliskler, yüz binlerce köle işçinin yıllar boyunca kırbaç ve açlık tehdidiyle ölesiye çalıştırılmalarıyla inşa edilmiştir.
Mısır'ın mutlak hakimleri olan Firavunlar, kendilerini "ilah" olarak göstermiş ve insanların kendilerine tapınmalarını istemişlerdir.
Eski Mısır hakkında bize bilgi ulaştıran kaynakların birisi, elbette Eski Mısır'ın kendi yazıtlarıdır. 19. yüzyılda ele geçen bu yazıtlar, aynı dönemde uzun çalışmalar sonucunda Mısır alfabesinin çözülmesiyle anlaşılmış ve Mısır tarihi hakkında pek çok bilgi ortaya çıkmıştır. Ancak bu yazıtlar, Mısır'ın resmi tarihçileri tarafından yazıldığı için, temelde bu medeniyeti övmeye yönelik taraflı yorumlarla doludur.
Bize bu konuda en doğru bilgiyi ulaştıran kaynak ise, elbette, Mısır hakkında detaylı bilgiler verilen Kuran-ı Kerim'dir.
Kuran'ı Kerim'de Firavun
Eski Ahit'te Hz. İbrahim ile Hz. Yusuf zamanındaki Mısır hükümdarından Firavun diye bahsedilir. Halbuki Firavun hitabı her iki peygamberden çok sonra kullanılacaktır.
Kuran'da Hz. Yusuf dönemindeki Mısır yöneticisinden söz edilirken "hükümdar, kral, sultan" anlamlarına gelen Arapça "El melik" kelimesi kullanılır:
Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin."... (Yusuf Suresi, 50)
Hz. Musa dönemindeki Mısır yöneticisinden ise "Firavun" kelimesi ile bahsedilir. Kuran'da yapılan bu ayrım, Eski ve Yeni Ahit'te ya da Musevi tarihçilerce yapılmaz; sadece Firavun ifadesi kullanılır.
Nitekim gerçekten de Mısır tarihinde "Firavun" teriminin kullanımı sadece geç döneme aitti; Firavun hitabı ilk olarak MÖ 14. yüzyılda Amenhotep IV döneminden itibaren kullanılmaya başlamıştır. Hz. Yusuf ise bu tarihten en az 200 yıl önce yaşamıştır.
Encylopedia Britannica'da, Firavun kelimesi için yeni krallıktan itibaren (18. Hanedandan başlar; MÖ 1539-1292) 22. hanedana dek (MÖ 945-730) kullanılan bir saygı unvanı olduğu, daha sonraları bu hitabın kralın unvanına dönüştüğü, daha önceleri ise bu unvanın hiç kullanılmadığı ifade edilir. Bu konudaki başka bir bilgi ise Academic American Encyclopedia'da verilir ve Firavun lakabının Yeni Krallık'tan itibaren kullanılmaya başlandığı belirtilmiştir.
Görüldüğü gibi Firavun kelimesinin kullanımı belli bir tarihten itibaren söz konusu olmuştur. Dolayısıyla Kuran'da bu ayrımın tam olarak yapılması -Hz. Yusuf zamanındaki hükümdardan hep "Kral" olarak söz edilirken, Hz. Musa zamanındaki hükümdardan her seferinde "Firavun" olarak bahsedilmesi- Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan bir başka delildir.
Firavun'un Mısır Hakimiyeti ve İsrailoğulları'nın Durumu
Eski Mısır medeniyeti, aynı tarihlerde Mezopotamya'da kurulmuş şehir devletleriyle birlikte, tarihin en eski uygarlıklarından biridir. Mısır, döneminin en organize sosyal ve siyasi düzenine sahip devleti olarak bilinir. M.Ö. 3000'ler civarında yazıyı bulup kullanmaları, Nil nehrinden faydalanmaları, ülkenin çevresinin çöllerle kaplı olması ve doğal yapısı sayesinde dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı korunmuş olması, Mısırlıların sahip oldukları medeniyetin ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştur.
Ancak bu uygarlık, Kuran'da inkar sisteminin en açık ve net tarif edildiği "Firavun yönetiminin" geçerli olduğu bir medeniyettir. Bu toplumun insanları Allah'a karşı büyüklük taslamışlar, hak dini inkar etmişlerdir. Sahip oldukları ileri medeniyetleri, sosyal ve siyasal düzenleri, askeri başarıları onları helak olmaktan kurtaramamıştır.
Mısır tarihinin en önemli olayları ise, İsrailoğulları'nın bu ülkedeki varlıklarıyla ilgili olarak gelişmiştir.
İsrail, Hz. Yakub'un bir diğer ismidir. Hz. Yakub'un oğulları "İsrailoğulları" olarak bilinen, sonradan "Yahudi" olarak da anılan kavmi oluşturmuştur. İsrailoğulları'nın Mısır'a gelişleri ise Hz. Yakub'un küçük oğlu Hz. Yusuf zamanında olmuştur. Kuran'da Hz. Yusuf'un yaşamı Yusuf Suresi'nde detaylı bir şekilde anlatılır. Hz. Yusuf küçüklüğünden başlayarak bir çok sıkıntılar çekmiş, saldırılara ve iftiralara maruz kalmıştır. Daha sonra bir iftira sonucunda girdiği zindandan kurtularak, Mısır'da hazinelerin başına gelmiştir. Bunun ardından onun öncülüğünde İsrailoğulları Mısır'a girmeye başlamışlardır. Allah Kuran'da bu olayı şöyle haber verir:
Böylece onlar (gelip) Yusuf'un yanına girdikleri zaman, anne ve babasını bağrına bastı ve dedi ki: "Allah'ın dilemesiyle Mısır'a güvenlik içinde giriniz." (Yusuf Suresi, 99)
Kuran'dan anladığımıza göre, ilk başlarda yukarıdaki ayette belirtildiği gibi barış ve güven içinde yaşayan İsrailoğulları zamanla Mısır toplumu içindeki statülerini kaybetmeye başlamışlar ve sonunda köle konumuna gelmişlerdir. Ayetlerden, Hz. Musa'nın geldiği dönemde İsrailoğulları'nın böyle bir konumda yaşadıkları görülmektedir. Hz. Musa, Kuran'da anlatıldığına göre "kölelikte bulunan bir kavmin" bir üyesi olarak Firavun'a gitmiştir. Firavun ve adamlarının Hz. Musa ve Hz. Harun'a karşı verdikleri şu kibirli cevap, bu konuda bizi bilgilendirmektedir:
Dediler ki: "Bizim benzerimiz olan iki beşere mi inanacak mışız? Kaldı ki, onların kavimleri bize kullukta (kölelikte) bulunmaktadırlar." (Müminun Suresi, 47)
Ayetlerde bildirildiğine göre Mısırlılar İsrailoğulları üzerinde gerçek bir kölelik yönetimi kurmuşlardı. Kendi işlerinde hizmet için İsrailoğulları'nı kullanıyorlardı. Köleliğin sürmesi için onları zorlamakta ve işkenceyle baskı altında tutmaktaydılar. Mısır toplumu içinde İsrailoğulları'na yapılan baskı o kadar ileri gitmişti ki onların nüfusları bile denetim altında tutuluyordu. Kendileri için tehlikeli olacağını düşündükleri erkek nüfusunun artışına engel oluyor, hizmet için kullanacakları kadınları sağ bırakılıyorlardı. Allah, İsrailoğulları'na hitab eden ayetlerde bu gerçeği şöyle açıklar:
Sizi, dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı diri bırakıp, erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. (Bakara Suresi, 49)
Hani size dayanılmaz işkenceler yapan, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı öldüren Firavun ailesinden sizi kurtarmıştık. Bunda Rabbinizden sizin için büyük bir imtihan vardı. (Araf Suresi, 141)
ESKİ MISIR'DA BİLİM
Tarihçi Heredot'a göre, geometri Mısır'da doğmuştur. Bu, Nil'in taşmasıyla deltada su altında kalan tarım arazilerinin sık sık yeniden ölçülmesi ihtiyacından ve kaybolan ya da zarara uğrayan arazilerin her seferinde yeniden ve dikkatle tespiti ve vergi miktarının buna göre yeniden belirlenmesi gereğinden kaynaklanmıştır.
Mısırlılar kare, üçgen, yamuk gibi alanların yüzölçümlerini bulabiliyor, bunların en zoru olan dairenin alanını hesaplayabiliyorlardı. Bununla da kalmıyor üç boyutlu şekillerin, örneğin silindirin, dikdörtgen prizmanın, piramidin, kesik piramidin hacimlerini hesaplıyorlardı.
Bir örneğini İstanbul Sultan Ahmet Meydanı'nda gördüğümüz obelisklerin ağırlıkları 200 ile 1000 ton arasında değişmekteydi. 1879 yılında New York'a götürülen bir obeliskin uzun yolculuğunun son iki millik mesafesi, eski Mısır'da varsayılan şartların aynen uygulanmasıyla kat ettirildi. Obelisk bu iki millik yolu günde ortalama 30 metre kat edilmesiyle 112 günde tamamlanabildi.
Mısırlılar, piramitlerde kullanılan taş blokların hazırlanması için en basit aletlerden başka bir araca sahip değillerdi. Çekiç ve taşçı kalemi veya keskisi ile ana kayadan ayrılacak taşın etrafında gerekli derinlikte yuvalar açıyor, bu yuvalara yerleştirilen çift kat takozların arasına bronz kazıklar çakmak suretiyle, blokları yataktan koparıyorlardı. Bu iş için bir diğer yöntem olarak, tahta takozların ıslanınca şişmelerinden yararlanıyorlardı.
Yine o devirde demiri cevherden elde etmeyi bilmiyorlardı (M.Ö. 600 yılında Hititlilerden öğrendiler). Sert olmasını istedikleri aletleri bronzdan imal ediyorlardı. Daha sert ve keskin aletleri ise doğada hazır şekilde bulabildikleri nikelli demirden yapıyorlardı. (Nikelli demir ise hazır şekliyle sadece gökten düşen meteorlarda bulunmaktadır).
Piramitlerin tabanları kare şeklindedir. Bunlardan Keops piramidinin taban kenarları ortalama 230 metredir. Kenarlardan ikisi karşılaştırıldığında sadece 2.5 cm'lik bir farklılık göze çarpmaktadır. Hata payı sadece ve sadece yüz binde birdir. Piramidin yanları ile taban yüzeyi arasında 51 derece 51 dakikalık bir açı bulunmakta olup, bu açı tabandan en üst noktaya kadar bozulmadan korunmuştur.
Mısır'da anıtlar ve özellikle piramitler daima belirli yönlere dönük olarak inşa edilmiştir. Piramitlerin tabanları doğu, batı, kuzey, güney yönleri gösterecek şekilde oturtulmuştur. Bu doğrultuların belirlenmesinde hata payı ise hiç bir zaman bir derecenin üzerine çıkmamıştır.
M.Ö. 2000 yıllarında yağmur mevsimi sellerinden, kuraklık yıllarında yararlanabilmek için, Aşağı Nil Vadisi'ndeki dar ve kayalık boğazlara barajlar inşa etmişlerdi. Bunlar arasında 76 metre genişliğinde, 10 metre yüksekliğinde, taban kalınlığı 45 metreyi bulanlar vardı.
M.Ö. 1900-1500 yılları arasında Nil ve Kızıl Deniz arasında Süveyş üzerinden bir kanal açmayı başarmışlardı.
Eski Mısır'da Tıp Bilimi
Eski Mısır'da tıp bilimi de çok ileri gitmişti. Tıbbî papirüslerin incelenmesiyle meydana çıkan tıp bilgileri ve cerrahî alandaki geniş ve sağlam bilgileri tıp tarihçilerini günümüzde bile hayrette bırakabilmektedir. Eski Mısır'da doktorlar uzmanlık alanlarına ayrılmışlardı. Bu ülkede her türlü tedavi ücretsiz yapılıyor, doktor ve diğer gerekli giderler devlet tarafından karşılanıyordu. Bu ülkede, hastalıkların tedavisinde kullanılan pek çok ilâç, günümüzde de kullanılmaya devam etmektedir.
ESKİ MISIR İNANCI
İngiliz mason yazarlar Christopher Knight ve Robert Lomas, The Hiram Key (Hiram Anahtarı) adlı kitaplarında Eski Mısır'ın masonluğun kökeninde çok önemli bir yeri olduğunu anlatırlar. Yazarlara göre Eski Mısır'dan çağdaş masonlara miras kalan en önemli düşünce ise, "kendi kendine var olan ve rastlantılarla evrimleşen evren" fikridir. Mısırlıların bu büyük yanılgılarını yazarlar şöyle açıklamaktadırlar: "Eski Mısırlılar maddenin her zaman için var olduğuna inanıyorlardı; onlar için bir Yaratıcının mutlak olarak hiçlikten bir şey yapmasını düşünmek mantık dışıydı."
Onların görüşüne göre, maddenin kendi içinde bir gücü vardı, bu dünya, kaosun içinden düzenin doğmasıyla oluşmuştu... Bu kaotik duruma "Nun" adı veriliyordu ve aynı Sümerler'in tanımı gibi... karanlık, güneşsiz, sulu bir derinlikti, bu derinlik kendi kendine düzenin başlamasını emretmişti. Kaosun maddesinin içinde yer alan bu gizli güç, kendi varlığının bilincinde değildi; o bir olasılıktı, düzensizliğin rastgeleliği ile birleşmiş bir potansiyeldi.
Dikkat edilirse burada anlatılan inanç, günümüzde materyalist felsefe tarafından savunulan ve "evrim teorisi", "kaos teorisi", "maddenin öz örgütlenmesi" gibi terimlerle bilim dünyasının gündeminde tutulan görüşlerle tam bir uyum içindedir. Nitekim Knight ve Lomas da üstteki satırların ardından konuya şöyle devam etmektedirler:
"Şaşırtıcıdır ki, bu yaratılış tarifi, günümüzde modern bilim tarafından kabul edilen görüşle, özellikle de karmaşık dizaynların tamamen evrimleşerek ve matematiksel olarak kendini tekrarlayarak düzensiz yapılardan çıkabileceğini savunan "kaos teorisi" ile kusursuz bir uyum içindedir."
Firavun'un Dini
Tarihçi Heredot'a göre Eski Mısırlılar dünyanın en "dindar" insanlarıydılar. Ancak dinleri "hak din" değil, çok tanrılı sapkın bir dindi ve içinde bulundukları koyu tutuculuk sebebiyle bu sapkın dinlerinden bir türlü vazgeçemiyorlardı. Halk hükümdarları geçerken "Ey biz canlıların tanrısı, yaşa, varol !" diye tezahürat yapardı. Yani hükümdarlarına (Firavun) ilahlık atfetmek gibi çok yanlış bir inanca sahiplerdi. Firavun, Tanrı'nın oğlu veya doğrudan doğruya yeryüzünde yaşayan bir nevi tanrı gibi kabul ediliyordu.
Eski Mısır Kavmi, içinde yaşadığı doğal çevre şartlarından çok etkilenmişti. Mısır'ın doğal coğrafyası ülkeyi dış saldırılara karşı çok iyi koruyordu. Mısır'ın dört bir yanı çöllerle, dağlık arazilerle ve denizlerle çevriliydi. Ülkeye yapılabilecek saldırıların iki geçiş yolu bulunuyordu ve bu yolları da savunmak Mısır orduları için son derece kolaydı. Böylece Mısırlılar, bu doğal koşullar sayesinde dış ülkelerden soyutlanmış olarak kaldılar. Ancak geçen yüzyıllar, bu soyutlanmayı koyu bir taassuba dönüştürdü. Böylece Mısırlılar yeni gelişmelere ve yeniliklere kapalı, dinleri konusunda son derece tutucu bir görünüm kazandılar. Kuran'da sıkça bahsedilen "ataların dini" onların en önem verdikleri değerleri haline geldi.
Bu nedenle Hz. Musa ve Hz. Harun, Firavun'a ve yakın çevresine hak dini tebliğ ettiklerinde "Onlar: Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" (Yunus Suresi, 78) diyerek yüz çevirmişlerdi.
Eski Mısır'ın dini bir kaç kola ayrılmıştı. Bunların en önemlileri devletin resmi dini, halkın inanışları ve ölümden sonraki yaşam ile ilgili inanışlardan oluşuyordu.Firavun, kutsal bir varlık olması dışında halkın arasında yaygın olan inanışlar son derece karışıktı, ve devletin resmi dini ile çatışan inançlar da Firavun yönetimi tarafından baskı altına alınmıştı. Temelde çok tanrıya dayanan bu sapkın inanç sisteminde, bu tanrılar genellikle hayvan başlı ve insan vücutlu olarak tasvir ediliyordu. Ancak bölgeden bölgeye değişebilen yerel geleneklerle de karşılaşmak mümkündü.
Firavun'un atalarından kalan bu eski, putperest din ve bu batıl dine göre Firavun'un sözde yeryüzünde yaşayan bir tanrı olduğu düşüncesi, ona halkı karşısında büyük bir güç veriyordu. Firavun ve onun etrafındakiler atalarının dininden kaynaklanan yaşam tarzına karşı Musa Peygamberi bir tehlike olarak görmüşlerdi. Çünkü atalarının dinine göre büyüklük tümüyle Firavun'a aitti. Firavun'un bu büyüklenme ve sahiplenme isteği ve Hz. Musa ile Hz. Harun'u kendine rakip gibi görmesi, Firavun ve çevresinin Hz. Musa ve Hz. Harun'a söylediklerinden anlaşılmaktadır:
Onlar: "Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" dediler. (Yunus Suresi, 78)
Firavun, atalarının dinine göre kendisinin tanrı olduğunu iddia ediyordu. Hatta bu konuda çok daha ileri giderek kendisinin en yüce Rab olduğunu ileri sürüyordu:
(Firavun) Dedi ki: "Sizin en yüce Rabbiniz benim." (Naziat Suresi, 24)
Firavun ve çevresindekiler sahip oldukları batıl dinlerinden dolayı kendilerini ilahi şahıslar olarak görüyorlardı. Gerçek dinin ortaya koyduğu tevazu, sevgi, şefkat gibi kavramlardan tamamen uzak oldukları için büyüklenen bir yapıları vardı. Bu büyüklenmelerinin bir sonucu olarak da kendilerinin zorba davranışlarda bulunmaya hak sahibi olduklarını düşünüyorlardı. Onların bu durumunu Allah şu ayetle haber vermiştir:
Mısır'ın Tek Tanrılı Dini
Firavunların saltanatı kayıtlara göre 3000 yıldan fazla sürdü ve bu arada otuz hükümdar sülalesi birbirini izlemiştir. Mısır firavunları çoğunlukla zorba, baskıcı, savaşçı ve acımasız kişilerdir. Bu firavunların ortak özellikleri; Mısır'ın çok tanrılı dinini benimsemeleri ve bu din sayesinde kendilerini tanrılaştırmalarıdır. Ancak Tarihi kaynaklarda Hz. Musa öncesinde kavmi tek ilahlı dinlere çağıran tek bir firavundan bahsedilmektedir Bu Firavun tek bir Yaratıcı'ya inanılması gerektiğini savunmuş, bu yüzden Amon Rahipleri ve bunlara destek veren bazı askerler tarafından büyük baskıya maruz kalmış, sonunda da öldürülmüştür. Bu Firavun MÖ 14. yüzyılda başa geçmiş olan IV. Amenofis'tir. . .. .
IV. Amenofis MÖ 1375'te tahta çıktığında yüzyılların getirdiği bir tutuculuk ve gelenekçilik ile karşılaştı. Bu döneme dek toplum yapısı ve halkın kraliyet sarayı ile olan ilişkileri değişmeden gelmişti. Mısırlılar başta Amon (Güneş Tanrısı) olmak üzere birçok tanrıya tapıyorlardı. Toplum, dış olaylara ve dinsel yeniliklere kesin olarak kapılarını kapalı tutuyordu. Antik Yunan gezginleri tarafından da tespit edilen bu çılgın tutuculuk, yukarıda da açıkladığımız gibi, Mısır'ın doğal coğrafi koşullarından kaynaklanmaktaydı.
Firavunların halka benimsettirdiği resmi din, eski ve geleneksel olan herşeye katıksız bir bağlılığı zorunlu kılıyordu. Oysa IV. Amenofis, resmi dini benimsemiyordu. Tarihçi Ernst Gombrich şöyle yazıyor:
Eski geleneğin kutsadığı bir çok alışkanlığı kaldırıp, halkının, garip bir biçimde betimlenmiş sayısız tanrısına saygı göstermek istemedi. Onun için tek bir yüce tanrı vardı, o da Aton'du. Aton'a taptı ve onu güneş biçiminde imgeleştirtti. Öteki tanrıların rahiplerinin etkisinden korunmak için, sarayını bugünkü El-Amarna'ya taşıdı
Babasının ölümünden sonra genç yaştaki IV. Amenofis, büyük bir baskıya maruz kaldı. Bu baskının sebebi, geleneksel çok tanrılı Mısır dinini değiştirerek tek tanrı inancına dayalı bir din getirmiş olması ve her alanda köklü değişikliklere girişmesiydi. Tahta çıktıktan 5 sene sonra 41 yaşında iken kendisinde çok büyük bir manevi değişiklik hasıl oldu. İlahin Bir, isminin ise Aton olduğunu halkına ilan etti. Tapınaklardaki bütün putların kırılmasını, duvarlardaki tanrı (!) isimlerinin kazınmasını emretti. Ameophis (İmparatorluk tanrısı Amus razı olsun) olan adını Akheneton (Aton'un hadimi, yani hizmetkarı) olarak değiştirdi. Akheneton'un inandığı ve halkının da inanmasını istediği İlah, kendi ifadesine göre, yalnız Mısırlıların değil, bütün insanların, bütün kainatın Yaratıcı'sı idi. Güneş'i, Ay'ı, yıldızları yaratan "O" idi.
Akheneton'un bir şiiri
Tanrı uludur, birdir, tektir.
Ondan başkası yoktur.
Bir tanedir,
O'dur her varlığı yaratan
Bir ruhtur Tanrı, görünmeyen bir ruh...
Ta başlangıçta vardı Tanrı,
Tek varlıktı o.
Hiç birşey yokken o vardı.
Herşeyi o yarattı (...)
Ezelden beri süregelen varlığı,
Ebediyete kadar sürecek,
Gizlidir Tanrı, kimse görmemiştir onu.
İnsanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman
Ancak Teb önde gelenleri bu dini tebliğ etmesine müsaade etmediler. IV. Amenofis ve ahalisi Teb şehrinden uzaklaşarak Tell El-Amarna'ya yerleştiler. Burada "Akh-en-aton" adında yeni ve modern bir şehir inşa ettiler. IV. Amenofis de "Amon'un Hoşnutluğu" anlamına gelen adını, Akh-en-aton yani "Aton'a Boyun Eğen" olarak değiştirdi. Amon, çok tanrılı Mısır dininde en büyük toteme verilen isimdi. Aton ise, Amenofis'e göre "göklerin ve yerin yaratıcısı" idi, ki bu sıfatla Allah'ı kast etmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Bu gelişmelerden hoşnut olmayan Amon Rahipleri, ülkenin içinde bulunduğu bir ekonomik krizden de faydalanarak Akhenaton'un gücünü elinden almak istediler. Düzenlenen bir komplo ile Akhenaton zehirlenerek öldürüldü. Ondan sonra gelen firavunlar da hep rahiplerin etkisi altında kaldılar.
Akhenaton'dan sonra başa asker kökenli firavunlar geçti. Bunlar eski geleneksel çok tanrılı dini yeniden yaygınlaştırdılar ve eskiye dönüş için önemli bir çaba harcadılar. Yaklaşık bir yüzyıl sonra da Mısır tarihinin en uzun süre hükümdarlık yapacak firavunu II. Ramses başa geçti. Hz. Musa gelene kadar da batılın hükmü Mısır'da sürdü. Ramses, birçok tarihçiye göre İsrailoğulları'na eziyet eden ve Hz. Musa ile mücadele eden firavundu.
Eski Mısır'da Adetler
Eski Mısır'a yaşlı bir adam gençlerin bulunduğu bir yere gelince gençler oturdukları yerden kalkmak zorundaydılar. Erkekler sünnet oluyorlardı. Domuz eti yemek günahtı. Tapınağa girmeden önce el ve ayaklarla yüz belirli bir ritüele uygun olarak yıkanıyor, yani abdest alınıyordu. Cinsel ilişkiden sonra da mutlaka yıkanmak lüzumu vardı (gusül abdesti).
Hz. Yusuf'un Akheneton'dan önce Mısır'da yaşadığını biliyoruz. Demek ki Akheneton'un ortaya çıkmasını, Hz. Adem'den beri süregelen ve Hz. İbrahim'le devam eden ve son peygamber Hz. Muhammed'e (sav) kadar uzanan Allah'ın vahyettiği Hak Dine bağlamak uygun olacaktır.
Eski Mısır'da Ahiret İnancı
Ölümden sonraki hayat Mısır inançlarının en önemli bölümünü oluşturuyordu. Beden öldükten sonra ruhun yaşamaya devam ettiğine inanıyorlardı. Onlara göre ölünün ruhu görevli melekler tarafından Yargıç Tanrı ve şahitlik için hazır bulunan kırk iki yargıcın karşısına çıkarılıyor, ortaya bir tartı koyuluyor ve ruhun kalbi bu tartı ile tartılıyordu. İyilikleri ağır gelenler güzel bir mekana geçiyor ve mutluluk içinde yaşıyor, kötülükleri ağır gelenler ise büyük işkenceler görecekleri bir yere yollanıyorlardı. Burada "Ölülerin Yiyicisi" adı verilen garip bir yaratık tarafından sonsuza dek işkence görüyorlardı.
Mısırlıların ahiret hakkındaki bu inanışlarının tevhid inancıyla ve hak dinle bir paralellik gösterdiğini fark etmemek mümkün değildir. Sadece ölümden sonraki hayata inanç bile eski Mısır medeniyetine de hak dinin ve tebliğin ulaşmış olduğunu fakat bu dinin sonradan bozulmaya uğradığını, tek tanrı inancının da bu bozulmayla birlikte çok tanrı inancına döndüğünü ispatlar niteliktedir. Nitekim dönem dönem insanları Allah'ın birliğine ve O'na kul olmaya çağıran uyarıcıların eski Mısır'a da gönderildiği bilinmektedir. Bunlardan biri, hayatı Kuran'da detaylıca anlatılan Hz. Yusuf'tur. Hz. Yusuf'un tarihi, İsrailoğulları'nın Mısır'a gelmeleri ve burada yerleşik düzene geçmelerinin başlangıcını teşkil etmesi açısından da son derece önemlidir.
HZ. MUSA VE MISIR
Hz. Musa Doğmadan Önce Mısır'ın Durumu
Hz. Musa doğmadan önce Mısır'a baktığımızda; ülkenin tümüyle fesat ve bozgunculukla dopdolu olduğunu görüyoruz. Sırf ırk farklılığından dolayı insanlar köle yapılıyor, işkence altında tutuluyor ve erkek çocuklar sebepsiz yere öldürülüyordu. Diğer taraftan zulüm ve kibirlenme içinde bulunan Firavun kendini yeryüzündeki ilah olarak görüyordu. Çok güçlü bir sistemle herşeye hakim olan Firavun, insanların ona tabi olmasını sağlamıştı.
İşte böyle bir ortamda Allah baskıyı ve zulmü ortadan kaldıracak, insanlara Rabbimizin Kendisi olduğunu hatırlatacak, tekrar hak dini insanlara öğretecek ve İsrailoğulları'nı esaretten kurtaracak bir elçi olarak Hz. Musa'yı gönderdi.
Hz. Musa'nın Mısır'dan Kaçışı
Allah Kuran'da Hz. Musa ile ilgili şöyle bir olayı haber verir:
(Musa) Halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi, orda kavga etmekte olan iki adam buldu; bu kendi taraftarlarından, şu da düşmanlarından. Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine ona bir yumruk attı ve işini bitiriverdi. (Sonra da:) "Bu şeytanın işindendir; o, gerçekten açıkca saptırıcı bir düşmandır" dedi. (Kasas Suresi, 15)
Bu olayda Hz. Musa kendi taraftarlarından birisinin kavgasına şahit olur. Kimin haklı kimin haksız olduğuna bakmadan, kendi taraftarlarından olanın yanında yer alır. Diğer taraftaki kişiye yumruk atar ve onu istemeden öldürür. Hz. Musa büyük bir hata yaptığının farkına varır. Bu olayda, Allah bize bir ders vermekte ve bir insanı haksız olmasına rağmen sırf kendi taraftarlarından olduğu için desteklemenin yanlışlığını öğretmektedir. Hz. Musa, kendi taraftarlarından olanı üstün tutan davranışını "şeytan işi" bir şey olarak nitelendirmektedir.
Burada eleştirilen yaklaşım, gerçekten de tarih boyunca insanlığa hep kin ve savaş getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir. İnsanların adalet ve hakka göre değil, her ne surette olursa olsun kendi ailesini, aşiretini, kavmini, yandaşlarını veya ırkını haklı çıkarmaya yönelik saplantıları, tarihteki çatışma ve zulümlerin en büyük sebebidir.
Hz. Musa şeytanın insana vermeye çalıştığı bu kötü duygunun bir zulüm olduğunu vicdanıyla hemen anlamış, şeytanın kışkırtmasıyla işlediği hatadan dolayı tevbe edip Allah'a sığınmıştır. Kıssanın devamında Hz. Musa'nın bu örnek ve vicdanlı tavrı şöyle anlatılır:
Dedi ki: "Rabbim, gerçekten, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla." Böylece (Allah) onu bağışladı. Şüphesiz. O, bağışlayandır, esirgeyendir. Dedi ki: "Rabbim, bana verdiğin nimetler adına, artık suçlu günahkarlara destekçi olmayacağım." (Kasas Suresi, 16-17)
Hz. Musa yaptığı hatayı, bir kişiyi sadece kendi taraftarlarından olduğu için koruduğunu ama aslında adaleti ayakta tutması gerektiğini anlamıştı. Fakat o taraflı yaklaşım Mısır'da da hakimdi. Hz. Musa, onlardan birisini yanlışlıkla öldürmüştü. Şimdi onlar kendi ırklarını tutacakları için Hz. Musa'nın öldürülmesini isteyebilirlerdi. Bu ihtimal, ona korku vermişti:
Böylece şehirde korku içinde (çevreyi) gözetleyerek sabahladı. Derken, bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen (kişi, bugün de) kendisine yardım için bağırıyor. Musa, ona dedi ki: "Sen açıkca bir azgınsın." (Kasas Suresi, 18)
Böylece Hz. Musa ile Firavun kavmi arasındaki ayrılma başladı. Hz. Musa kendisine Firavun ve çevresi tarafından bir zarar geleceği endişesiyle geceyi geçirdi. Gündüz vakti yukarıdaki ayetlerde bildirilen olay gerçekleşti: Bir gün önce yardım ettiği kişi yine başka birisi için Hz. Musa'dan yardım istedi. Çünkü Hz. Musa ayetin ifadesiyle onun taraftarlarındandı ve aynı bir gün önce yaptığı gibi o gün de kendisine yardım edeceğini düşündü. Fakat Hz. Musa aynı hatayı bir daha tekrarlamadı. Kendi taraftarlarından olan kişinin hatalı olduğunu bildiği için ona yardım etmedi. Asıl suçlu olan bu kişi ise hemen Hz. Musa'nın aleyhine dönüp onu eleştirdi. Onu eleştirirken bir gün önce ona yardım ederken yanlışlıkla adam öldürmesini de Hz. Musa aleyhine bir delil olarak kullandı:
Onlar: "Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" dediler. (Yunus Suresi, 78)
Sonunda ikisinin de düşmanı olan (adam)ı yakalamak isterken (adam ona) dedi ki: "Ey Musa dün birini öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldürmek istiyorsun? Sen yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun." (Kasas Suresi, 19)
Hz. Musa, Mısır halkından birisini yanlışlıkla da olsa öldürmüş bir insan konumundaydı. Firavun ve önde gelenler de Hz. Musa'nın cezalandırılmasını ve hatta öldürülmesini görüşmeye başladılar. Bu konuşmaları duyan bir kişi Hz. Musa'ya gelerek onu uyardı. Öldürülmekten endişe eden Hz. Musa şehirden ayrılıp Mısır'dan uzaklaştı:
Şehrin öbür yakasından bir adam koşarak gelip dedi ki: "Ey Musa, önde gelenler, seni öldürmek konusunda aralarında görüşmektedirler, artık sen çık git; gerçekten ben sana öğüt verenlerdenim. "Böylece oradan korku içinde (çevreyi) gözetleyerek çıkıp gitti: "Rabbim, zalimler topluluğundan beni kurtar" dedi.
(Kasas Suresi, 20-21)
Hz. Musa'nın yaşamıyla ilgili bu gerçekler, bizlere onun karakteri hakkında da bilgi vermektedir. Ayetlerde Hz. Musa'nın kişiliğine dair bilgiler verilmekte ve onun heyecanlı bir yapıya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Kavga eden iki kişiden hemen taraftarlarından olanı tutmuş, diğerini bir yumrukla öldürmüş, öldürülmekten endişe edinerek Mısır'dan çıkmıştır. Bunları yaparken Hz. Musa'nın hep heyecan içinde olduğu görülmektedir. Fakat daha sonra Allah'ın kendisiyle konuşması ve onu eğitmesiyle Hz. Musa, Allah dışında kimseden korkmamayı ve Allah'a tam anlamıyla tevekkül etmeyi öğrenmiştir. Bu, Allah'ın bir insanın karakterini geliştirmesinin ve olgunlaştırmasının güzel bir örneğidir.
Hz. Musa'nın Firavun'a Yaptığı Tebliğ
Allah, Hz. Musa ve Hz. Harun'a Mısır'ın hakimi olan Firavun'a gitmelerini emretmiştir. Firavun'un kibir ve inkarında azmış durumda olduğunu bildirmiş, fakat yine de ona dini tebliğ ederlerken yumuşak bir üslupla konuşmalarını emretmiştir:
"İkiniz Firavun'a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor."
"Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür veya içi titrer-korkar." (Taha Suresi, 43-44)
Bu ayetle de dikkat çekildiği gibi yumuşak söz söylemek, dinin tebliğ edilmesinde çok önemli bir üsluptur. Bir çok ayette de genel kaide olarak sözün güzel olanının seçilmesi emredilir. Burada ise karşıdaki kişinin azgın olmasına rağmen yumuşak söz söylenmesi emredilmektedir ki bu durum bizlere güzel bir üslubun dinin tebliğ edilmesinde ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterir.
Allah'ın bu emri üzerine Hz. Musa, samimi üslubuyla kalbindeki korkuyu tekrar dile getirmiştir. Firavun'un onu öldürmesinden endişe ettiğini Rabbimize söylemiştir:
Dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten, onun bize karşı 'taşkın bir tutum takınmasından' ya da 'azgın davranmasından' korkuyoruz." (Taha Suresi, 45)
(Musa) Dedi ki: "Rabbim, gerçekten onlardan bir kişi öldürdüm, beni öldürmelerinden korkuyorum." (Kasas Suresi, 33)
Hz. Musa'nın bu cevabına karşılık Allah, ona bir defa daha onunla beraber olduğunu, onu gördüğünü ve duyduğunu hatırlatmıştır. Ayrıca Hz. Musa'ya ve Hz. Harun'a Firavun'a gidip, İsrailoğulları'nı kendileriyle beraber yollamasını istemelerini emretmiştir:
"Haydi ona gidin de deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz, İsrailoğulları'nı bizimle birlikte gönder ve onlara (artık) azab verme. Sana Rabbinden bir ayetle geldik. Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun." (Taha Suresi,47)
Dikkat edilirse Hz. Musa'nın Firavun'la olan diyaloğunda denemeden geçirilen tek kişi Firavun değildir. Hz. Musa da imtihandan geçirilmektedir. Hz. Musa Firavun'dan endişe etmekte, onun kendisini öldürmesinden çekinmektedir. Ama Allah Hz. Musa'ya Firavun'a gitmekten daha fazlasını emretmekte, İsrailoğulları'nı kendisiyle göndermesi için Firavun'dan istekte bulunmasını da bildirmektedir. Tüm Mısır'ın tartışılmaz hakimi konumunda olan, insanların ilahlaştırma derecesinde itaat ettikleri Firavun'a gidip, onun yanlış yolda olduğunu açıkça söylemek, dahası köle durumundaki İsrailoğulları'nın hürriyetini talep etmek, elbette zahiri bir bakışla son derece tehlikeli bir iştir. Ancak Hz. Musa ve Hz. Harun, Allah'ın koruması altında hareket ettikleri için mutlak bir güvenlik içinde olduklarını bilmiş ve Rabbimize olan güvenin verdiği rahatlıkla bu emri yerine getirmişlerdir. Allah onlara bu gerçeği "korkmayın" emriyle hatırlatmıştır:
(Allah) Dedi ki: "Korkmayın, çünkü Ben sizinle birlikteyim; işitiyorum ve görüyorum." (Taha Suresi, 46)
- Ebced ve Cifir İlmi
- Gayb Alemi ve Geleceği Bilmek
- Muhyiddin İbnü’l-Arabi Hazretleri’nin Osmanlı Devleti hakkında Öngörüleri
- Kur’an-ı Kerim’de, Hadis-i Şerif’lerde ve Velilerin Keşiflerinde Türkler’le İlgili Büyük Müjdeler
- Müştak Baba Öngörüleri
- Osmanlıda Müneccimlik Müessesi
- İmam-ı Ahmed Rabbani Hayatı ve İstanbul İçin Kehanetleri
- Cinlerin Görünmesi ve Cinlerle Temas
- Cin Musallatına Maruz Kalanlar
- Cin ve Cinler Alemi
- Cinler İnsanlarla Evlenebilirmi?, Cinlerde Cinsel Hayat
- Cin Kabileleri
- Cin Şeytan İblis Arasındaki Fark ve Kuranı Kerimdeki Açıklamaları
- Kuranı Kerimde Cinler
- Kuran-ı Kerim'de Cinlerle İlgili Ayetler
- Kuran-ı Kerim'de Cin Suresi ve Açıklaması
- Atatürk ve 19 Rakamının Sırrı
- Titanik'in Sırrı
- Mısır Piramitlerinin Sırrı ve Kuranı Kerim'de Firavun ile İlgili Ayetler
- Batıl inanç nedir? En çok bilinen batıl inançlar nelerdir?
- Türkiye'de Yaşanan Gizemli Olaylar 1
- Türkiye'de Yaşanan Gizemli Olaylar 2
- Kün Fe Yekün (Ol Der ve Olur) Ayetinin Hikmeti
- Anadoluda'ki Gizemli Yerler 1
- Astral Seyahat
- Kabedeki İnanılmaz Sır
- Titanik batmadan 14 yıl önce kitabı yazılmıştır.!
- Altın Oran ve Kabe Mucizesi
- Zemzem Suyu ve Faydaları
- Hurafeler, Bidatler ve Batıl İnançlardan Örnekler
- Kuran-ı Kerim'de Geçen Cenab-i Allah'ın İsimleri
- Esma-ül Hüsna ve Kuran-Kerim'de Geçiş Şekli
- Esmaül Hüsna Tesbih Adetleri
- Esmaül Hüsna Arapça Türkçe Yazılışı ve Kısa Açıklaması
- Ya Vedud Esması ve Faziletleri
- Er Rezzak isminin manası nedir, Zikrinin faziletleri nelerdir?
- Esma-ül Hüsna Fazileti Zikir Adetleri ve Duaları
- El Basir (c.c.) İsmi Zikri Fazileti Ve Faydaları
- Esma-ül Hüsna ve Kısa Açıklamaları
- Esma-ül Hüsna Ebced Değerleri
- Allah (c.c) ‘ın 99 ismi (Esma-ül Hüsna) Sır ve Faziletleri Zikir Sayıları
Seçme Hadisler ve Sözler
Bir alim, şeytana karşı, (ibadete devam eden) bin abidden çetindir. Hz. Muhammed (S.A.V.)
Her Anımız Bir Dua
Öyle bir dua et ki; Günahın tövbenin büyüklüğünden ağlasın! Şeytandan yaradana sığın ki; nefsin seni değil, sen nefsini yakasın.